“Yeryüzü ekmeği' ile karnımızı doyurabiliriz elbette.
Ama ruhumuzu asıl doyuracak olan 'göksel ekmek' değil midir?
Edinilmiş bilgilerimizle belki dünyevi iktidarı elde edebiliriz
ama ancak içimizde olan bilgiye tüm gücümüzle
yöneldiğimizde ruh yüceliğine kavuşabilir,
başka insanlarla aramızdaki uçurumları ortadan kaldırabiliriz...”
(Leyla İpekçi; Bir Sevgili Gibi Yaşamak)
Ruhu can çekişiyor insanın... Ve can çekişen ruhunun karşısında hiçbir şey yapmadan öylesine duruyor, insan ve insanlık. Ruh yorgunluğu yaşıyor dünya. Ne ki insanın; ruhu yorulmuş dünya için, kendisi için ve bir başka insan teki için en ufak bir çabası yok. Ruhu yorulmuş dünyada insan, her geçen gün daha fazla huzursuz daha fazla yalnız…
Herkes derin ve hüzünlü bir yalnızlık içinde ve fakat kimse yalnızlığını ve hüznünü ortaya koyabilecek birilerini bulamıyor yanı başında. Birbirimizle temasımız suni, iletişimimiz sahte, konuşmalarımız yavan. Birbirimize dokunamıyor, birbirimizi duymuyor, birbirimizle konuşamıyoruz; konuşuyormuş gibi, duyuyormuş gibi, dokunuyormuş gibi bir yaşamın kekreliğini yaşıyoruz. Dünya ve insan her zamankinden daha fazla yorgun ve bezgindir bugün.
“İnsan! Seni savunuyorum sana karşı” böyle diyordu, Nuri Pakdil. İnsan, insana karşıdır bugün. “İnsan, insanın kurdudur” anlayışının her yönüyle insanlığı kuşattığı zamanlardır yaşadığımız. İnsandan insana olan mesafe her geçen gün daha fazla açılıyor. İnsanın hem de insana karşı savunulması gereken günlerden geçiyoruz…
Oysa neydi insan? İnsan alak/adan, ilgiden yaratılmış idi, bir başka insan teki ile ünsiyet kurarak, bir başka insan teki ile ilişkisi ile insan olabilecek idi. İnsanı insana şifa kılacak, insanı insanın derdiyle hem dem kılacak, hemhâl kılacak bir hâl ile insanı, insanın kurdu olmaktan uzaklaştırabilirdik oysa.
Ne diyoruz, aslolan; insanı, insanın yuvası kılarak, insandan insana şifa olacak bir tavır ile insanı “insan” kılacak bir hâle ulaşmaktır. İnsanın kendiyle ve bir başka insan tekiyle, ötekiyle ilişkisi, kendine ve ötekine karşı yaklaşım tarzı, duruşu ve dahi güzel yaklaşımı, onu insan ile âlem ile ve son tahlilde Allah ile irtibatı noktasında bir hâl üzere olarak “hâl”sizlikten uzaklaştıracak, can çekişen ruhunu onarabilecekti.
Haz ve hız çağının, varlığı ve varlığını sürekli tüketmek ve sürekli sahip olmak üzerinden algılayan ve bu bağlamda varlığını tüketim ve sahip oldukları üzerinden ispatlamaya çalışan, “modern insan” bugün gelinen noktada yorgundur. İnsan, daha fazla tüketmek, daha fazla kazanmak, daha fazlasına sahip olmak adına, kendini yitirmiştir, insanı yitirmiştir, insanlığı yitirmiştir, ruhunu yitirmiştir...
Ve bugün insan; yaralı, yorgun ve yalnız ruhunu kendi elleriyle darağacında ölüme mahkûm etmiş, kendinin celladı olarak “çaresizlik” içinde ruhunun ölümünü izlemektedir. Dünya insana yetmemektedir. Öylesine “çaresizdir” ki insan, ölümünü izlerken bile kendisini yeniden dirilişe ulaştıracak, kendine ulaştıracak, yeniden var kılarak ayağa kaldırabilecek yaklaşımdan uzaktır bugün.
Yok sayarak, yoksun kaldığı kalbine dönmelidir insan; terk ederek, ölüme mahkum ettiği ruhunun farkına varmalıdır. Yitirdiği ruhunun peşine düşmelidir. Yeniden kendiyle ve âlemle barışmalıdır. Yeniden umuda yol bulmalıdır…
Nasıl olacak bu, nereden başlayacak? Elbette her şeye yine insanın kendinden başlayacak. Gökhan Özcan’ın, “Ruh Yordamı” için söylediklerine kulak vererek bir başlangıç yapabiliriz. "Küçük bir mola vermeli ve düşünmeliyiz. Bu baş döndürücü hızla nereye koştuğumuzun cevabını bulmalıyız. Kazandıklarımızla eksilttiklerimiz arasındaki uçurumu dengelemeliyiz. Körlükten, sağırlıktan, yüreksizlikten kurtulmalıyız. Dillerimizi zehirli yılanlar olmaktan alıkoymalıyız. Korkmamalı, karanlık yüzlerimizi tanımaktan kaçınmamalıyız. Canımızdan kelimelere can, cümlelere hayat vermeliyiz..."
Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı!
Tekrar deneyiniz.
0 Yorum