Te’vilin olduğu yerde tekfir olmaz. Yani “te’vil varsa tekfir yoktur.” İslami okumalarda takip edilmesi elzem bir ilke bu. “Ehl-i kıble tekfir edilmez” ölümsüz ilkesiyle birlikte okununca daha da bir anlam kazanır. Aslında “yanlış anlama” diye bir şey yoktur, “farklı anlama” vardır sadece. Onun için bir kavram olarak değil bir vakıa olarak “demokratik çoğulculuk” prensibini kabul etmek, benimsemek ve hatta içselleştirmek gerekiyor.
Yani herkesi kendi konumunda kabul etmek, eleştirme ve katılmama hakkını mahfuz tutarak düşüncelerine saygı duymak gerekiyor. Her İslami grubun en kolay yaptığı şey iddialarına Kuran ve Sünnet’ten delil getirmek. Onun içindir ki Fahreddin er-Razi “bana İslami bir mezhep ve fırka gösterin ki iddialarını/tezlerini ispatlamak için Kuran’dan ve Sünet’ten delil getirmekte zorlanmış olsun. Hayır, böyle bir fırka ve mezhep yok” diyor.
Her fırka başka bir fırkaya göre batıl. Kuran’a ve Sünnet’e göre değil. Kuran tasavvurları, peygamber algıları, tarih okumaları yine her mezhebe ve fırkaya göre değişiklik gösteriyor. Aslında mezhep ve fırkaları ihtilafa düşmek ile itham etmek realite ile (eşyanın tabiatıyla) uyuşmuyor pek zira ihtilafların temelinde (ontolojisinde) insanların yanlış anlamalarından ziyade muhatap olunan kutsal metinlerin farklı okumalara ve anlaşılmalara elverişli seyyal tabiatı yatıyor. Allame Razi’nin mezkur tespitiyle dile getirmek istediği hakikat bu belki.
Aynı ayet iki rakip cenahın iddialarına delil olabilecek çokanlamlı bir yapıya sahip. “Müslümanlar neden bir araya gelemiyor?” Sorusunun yanıtı, Müslümanların bir araya gelmek istemeyişleri değil, Müslüman grupların İslami anlayışlarının bir araya gelmesinin imkansızlığıdır. Tevhid-i efkar mümkün olmayınca tevhid-i içtimai de mümkün olmuyor. Yani fikirler bir araya gelmeyince bedenler de bir araya gelmiyor. Selefilik ile sufiliği, Ehl-i Sünnet ile Şia’yı, tarihselcilik ile mealciliği bir çizgide tevhid etmek bu saatten sonra mümkün değil artık. Çünkü her biri eksi-artı gibi itiyor ve dışlıyor birbirini.
Şu an koca bir devleti Müslüman grupların eline verin yıllarca bir araya gelip ortak bir yönetim şeklinde anlaşamazlar. Her grup kendi fikrinin, yani Kuran ve Sünnetten çıkardığı yönetim biçiminin devlete hakim olmasını ister çünkü. “Demokratik çoğulculuk” ilkesini benimsemedikleri müddetçe (-ki benimseyemeyecekler) ihtilafların çözülmesi mümkün gibi görünmüyor. Bazen bu kavramı gündeme getirmek bile bazı İslami gruplarca tekfir edilmeniz için yetiyor. Hem kavramlarda hem pratiklerde ittifak yok maaesef! Bu bakımdan İslami grupların ihtilafları laik ve seküler gruplara göre çok daha fazla. Bu hal diğer dinler için de aynen caridir.
Dinler olması gerekeni emrediyor, insanlar olanı yapıyor çoğunlukla. Olması gereken ile olan çarpışınca kazanan taraf olan oluyor daima. Gerçekler idealleri eziyor. Bütün tarih şahittir buna. Aslında hiçbir din veya idealist dünya görüşü gerçeklikle (olanla) baş edemedi bugüne kadar. Hayata belli bir dinin ve idealist dünya görüşünün penceresinden bakan insanların hayal kırıklığı yaşaması bir kaçınılmazlıktır. Çünkü gerçek hayat hiçbir zaman oların dediği ve istediği gibi olmadı.
Muaviye ve çocukları olana göre hareket ettikleri için Hz. Ali ve çocuklarına karşı galip geldiler her zaman. Hz. Ali ve çocukları hayatları boyunca olması gerekenin ardına düştüler. Ve onun için yenildiler. Birinciler -bütün tarih boyunca- saraylarda zevk-ü safa içinde yüzerken ikinciler varoşlarda matem tuttu.
Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı!
Tekrar deneyiniz.
0 Yorum