“Din söz konusu olduğunda insanları genel olarak, inanan ve inanmayan olarak ayırırız. Bu ayrım çok sathi ve basitçedir. Bunun içinde en kalabalık olan, üçüncü topluluk eksiktir. O topluluk kendini inanmış sayan ve öyle ifade eden fakat hakikatte öyle olmayan kimseler topluluğudur. Onlar az ya da çok ibadet eden, bayramları kutlayan, dinin ritüellerini, adetlerini, sembollerini yerine getiren, fakat savaş alanından hemen kaçan, ticarette soğukkanlı olarak aldatan, vicdan azabı duymayan, başkasının sırtından geçinen, bin yıl yaşayacakmış gibi hayatlarını; mallarını, makamlarını kaybetmemek için korkuyla kendilerinden güçlü olanlara esirmişçesine yalakalık yaparak geçiren kimselerdir. Bu tip insanların belirgin özellikleri korkudur. Hayat için, makam için, mal için korku. Bir GÜÇ SAHİBİ VE YA HÜKÜMETİN desteğini kazanmak için çabadır onların yaptıkları. Bütün bu korkuların arasında bir tek korku eksiktir: ALLAH KORKUSU.. Bu ruhla ve böylesine belirsiz ve ikiyüzlü atmosferde kendi nesillerini büyütürler.”/ İslam Deklerasyonu – Aliya İzzetbegoviç
İslamizasyon Politikaları
“1. 19 Mayıs 1945’te İsmet İnönü, Türkiye’nin siyasal sistemini değiştirecek işareti veren tarihi konuşmasını yaptığında, II. Dünya Savaşı’nın resmi olarak bitmesine 3 ay vardı ama ABD’nin önderliğindeki “Müttefik Kuvvetler”in savaşı kazanması kesinleşmişti.
İnönü’nün konuşmasından 19 gün sonra, 7 Haziran 1945’te meşhur “dörtlü takrir” Meclis’e sunuldu. Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan, Türkiye’nin demokrasiye geçmesini istiyordu. CHP bu dört vekili de partiden ihraç etti (Burası soru işaretidir. Milli Şef’in tetiklediği süreci işleten vekiller niçin ihraç edilmişti? Muhtemelen DP’nin yolunu açmak için. Böylelikle ilk muhalif parti, CHP’nin içinden çıktı; “kontrollü demokrasi”). Bayar vekillikten de istifa etti. 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti kuruldu. 5 Nisan 1946’da Missouri Gemisi Türkiye’ye geldi. Hemen ardından Truman Doktrini’nin ilan edilmesiyle Sovyet Rusya’ya karşı “soğuk savaş” başladı ve Türkiye Amerikan kontrolüne girdi.
…Ulus Gazetesi başyazarlığına Türkiye’yi “Küçük Amerika”ya ilk benzeten kişi, Nihat Erim getirildi. Demokrasi sahnesi kurulmuştu.
Sonuç: Türkiye’nin çok partili sisteme geçmesi (Cemil Koçak buna haklı olarak iki partili sistem, der) Türkiye’nin iç dinamikleriyle değil, kurulan yeni dünya düzeniyle ilgiliydi. Türkiye’nin, “demokrasi ve özgürlük cephesi”nin bayraktarlığını yapan ABD’nin yanında olabilmesi için bu gerekliydi. Ayrıca, eski sistem (örneğin Devletçilik ilkesi) ABD’nin Türkiye’ye müdahalesini güçleştiriyordu. Ama en önemlisi, ABD’nin “komünizme karşı mücadelede” Türkiye’deki dindarlara ihtiyacı vardı.
2. Türkiye’nin çok partili sisteme geçmesiyle, tek parti dönemindeki dindarlara yönelik baskı görece olarak azalmaya başladı. CHP, 17 Kasım 1947’de, tam 19 gün sürecek 7. Kurultay’ında, Türkiye’deki dindarların pek üzerinde durmadığı tarihi kararlar aldı. İlkokullara din dersi konulmasına, İmam Hatip kursları açılmasına, hacca gideceklere döviz verilmesine ve Ankara İlahiyat’ın açılmasına karar verildi.
1950 seçimlerinden 1 yıl önce, 1949’da, gerçekte inanılması çok güç olan bir şey daha oldu: Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad’ın yazarlarından, “Zulmetten Nura” kitabının müellifi, M. Akif’in “Benim Şemseddin’im” dediği, İslamcı çizgiden gelen biri; Şemseddin Günaltay CHP’nin başbakanı oldu. Eğer CHP 14 Mayıs seçimlerini kazanabilseydi, muhtemelen ezanı Türkçeden Arapçaya onlar çevirecekti.
Sonuç: Dindarların “ipinin gevşetilmesi” Demokrat Parti’nin mahareti, cesareti değildi. Bu sistemin aldığı bir karardı ve bu kararın ardında da, “emperyalizmin gülen yüzü” ABD vardı. Çünkü dindar-muhafazakârları hem dövüp hem de Amerika’nın çıkarları için savaşa göndermek olmazdı. Yeni düşman “Allahsız komünizm” idi ve dindar-muhafazakârlar bu savaşta “doğal müttefik” olacaktı. Ne de olsa ABD “Ehl-i Kitap”tı. Nitekim 1950’den itibaren Türkiye’de “Komünizmle Mücadele Dernekleri” kurulmaya başlar. Bu derneğin çıkardığı dergilerde “Kore kahramanlığı”na övgüler sıralanır. Bir detay: Meşhur 163. madde Günaltay zamanında çıkarıldı; “ipinin gevşetilmesi” demem bu yüzden.
3. Önce dindar ve muhafazakârların hiç dikkatini çekmeyen bir detay: 14 Mayıs 1950 seçimlerinden 10 gün önce, ABD Dışişleri Bakanlığı ve Amerikan Enformasyon Ajansı (USIA) tarafından basılıp 33 dile çevrilen “Halk Tarafından Kurulmuş Bir Hükümet” isimli kitap 80 bin adet bastırılarak Türkiye’de bedava dağıtıldı. Kitapçık DP’yi işaret ediyordu. İşaret edildiği gibi de oldu. 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti tek başına iktidardı.
Türkiye’deki dindar ve muhafazakârlar bu olayı coşkuyla kucakladı. DP’nin ilk yaptığı icraat, 16 Haziran 1950’de, ezanın Arapçaya çevrilmesi oldu. O gün CHP sıralarından hiçbir tepkinin gelmemesi de, dindar-muhafazakârların pek dikkatini çekmedi. Hemen ardından radyoda Kur’an yayınları başladı. Tek parti döneminde kapatılmış olan bazı türbeler ziyarete açıldı. Daha birkaç yıl öncesinin Türkiye’si düşünüldüğünde, dindarlar için, “mucizevi” şeyler yaşanıyordu. İslamcı çizginin öncü ismi Eşref Edib Sebilürreşad’da Şubat 1953’te Menderes’e şöyle seslenecekti: “Uzun ve karanlık bir geceden sonra bir sabah sen, Müslüman gönüllerin afakında bir yıldız gibi doğdun. Nur ve ziya saçan bir yıldız gibi.” Edib bunları yazarken, Türk askeri Kore’de, Amerikalı general McArthur’un arkasında çoktan saf tutmuştu.
Sonuç: Edib’in cümlesi Türkiye dindarlığının psikopolitik dünyasını iyi yansıtır. “Uzun ve karanlık bir gece” dediği, tek parti dönemidir. “Sabah” 14 Mayıs 1950’dir. “Yıldız” Menderes’tir (daha doğrusu o öyle zannetmektedir). Etrafa saçılan “nur ve ziya” ise ezanın Arapçaya çevrilmesi, türbelerin açılması ve Kur’an’ın radyoda okunmasıdır. Eşref’in bahsettiği “Müslüman gönüller” ise 8 bin km ötede Kunuri’de ABD tarafından “kum torbası” niyetine kullanılan gönüllerdir; bu da etrafa saçılan “nur ve ziya”nın bedelidir. Edib’in dünya siyasetinden kopuk “duygusal ve romantik” söylemi, Türkiye dindarlığının yıllar içinde bir karakteri olmuştur.
4. Kore, “Müslüman gönüller”in ABD arkasında kanıyla ve canıyla açıktan saf tutuşunun ilk örneğidir. “Cihad”, “şehadet”, “millet”, “ümmet” gibi kavramlar herkesin dilinde ve şüphesiz ABD’nin hizmetindedir. Arusi tarikatının şeyhi olan Ömer Fevzi Mardin’in 1950’de yazdığı, İlahiyat Kültür Yayınları’ndan çıkan “Kore Savaşı’na Katılmamızda Dini ve Siyasi Zaruret” isimli kitap, bunun çarpıcı bir örneğidir. Mardin, kitabında, Türkiye’nin, Allah’ın bayrağını çekmiş hürriyetçilerin önünde canıyla-malıyla savaşan ABD’yle mukaddes bir savaşa katıldığını; bu savaşın cihad ve gaza mahiyetinde olduğunu; Allah için her milletin Kore’ye koştuğunu yazar.
Dindar/İslamcı neşriyat bu söyleme coşkuyla iştirak eder. Nisan 1958’de Sebilürreşad şöyle yazar: “Kore’de Türklüğün yüzünü güldüren Kahraman Mehmetçik! Sana canlar ve cihanlar kurban olsun.” Diyanet İşleri Başkanlığı bir fetva yayınlar; Kore’nin “Allah yolu” olduğunu ve bu savaşta ölenlerin “şehid” sayılacağını söyler. 10 Aralık 1950’de Diyanet İşleri’nin riyasetinde Süleymaniye’de Kore şehitleri için “mevlit” okutulur. Okunan mevlit radyodan yayınlanır. Sebilürreşad, bu olayı Aralık 1950 sayısında “Muazzam Tarihi Bir Gün” olarak selamlar.
Daha birkaç yıl önce “camileri ahır yapılan” İslamcılar, artık cihad etmeye, şehid olmaya başlamışlardır. Bu arada o yıllarda -geçen yazıda yazmıştım- İran’la can ciğerizdir. Bizi İran’la bir kılan da şüphesiz her iki ülkenin de Amerikancı olmasıdır. Savaşa Türkiye’de sadece küçük bir grup, Behice Boran ve arkadaşlarının kurduğu Türkiye Barışseverler Cemiyeti karşı çıkar; tutuklanırlar. Böylelikle Türkiye İslamcılığı’nın zihnine “ABD’ye karşı çıkanlar komünistlerdir” klişesi kazınır. Bu klişe çok uzun yıllar Türkiye’deki Amerikancılığın en güçlü rasyonalitesi olur.
1969’da Milli Görüş sahneye çıkıp ABD’ye karşı durduğunda onlara da “yeşil komünist” damgası vurulacaktır. Türkler Kore’de en ağır kaybı veren ikinci ülke olur. ABD “gazilerimize” madalya takar. Bu arada ABD, Kore Savaşı esnasında bölgede 400 civarında üs kurmuştur. Türkiye’nin elinde ise, “cihad, şehadet” söylemleri ve ABD’nin göğsümüze taktığı madalyalar kalır. Ne var ki bu madalyalar da, ABD 1964’te Kıbrıs’a çıkmamızı engellediğinde geri iade edilecektir.
Sonuç: Türkiye dindarlığının/İslamcılığının karakterine kök salan “duygusallık ve romantizm” yaptıkları eylemlerin siyasi sonuçlarına ilgisizdir. “Ümmet, millet, cihad, şehadet” denilerek kolay manipüle edilebiliyoruz. Bir diğer zaafımız da, geçmişte yaptıklarımızdan ders almamızdır. Aynı hataları tekrar etmemizdir.
Artık günümüzde “Allahsız komünizm” yok ama şimdi “İran” tehlikesi var. Eskiden Amerika’ya karşı çıkanlara “komünist/yeşil komünist” deniliyordu; şimdi “İrancı” deniliyor. Eğer gün gelir de bu “İran” tehlikesinden kurtulursak, Amerika’nın bizim için “İsrail ve Amerika’dan” daha tehlikeli, daha büyük bir “düşman” bulacağından emin olabilirsiniz. 1950’lerde olduğu gibi kimse bize artık doğrudan “Amerikancılık” teklif edemez. Fakat her zaman bir “ama” olacaktır: “Amerika düşmanımız ama...”
İşte o “ama”dan sonra kurulan cümle hepimizi yine Amerikan’ın çıkarları için motive edecektir; ya da şöyle soralım: “Edecek midir?” Ben buna “hayır” cevabı vereceğimizden umutluyum.”
https://www.milligazete.com.tr/makale/3592879/mucahit-gultekin/turkiyede-dindarlik-ve-amerikancilik
"Kore Yolu Allah yoludur" deniyordu ama o yol Amerika’nın yoluydu. Kore'de ölenlerin şehit sayılacağına ilişkin bir fetva yayınlanmıştı, camilerimiz açık, ezanımız Arapça, askerlerimiz Amerika'nın saflarındaydı. ABD Dış İşleri Bakanı John Foster Dulles ise Türk askeriyle ilgili meşhur sözünü o zaman söylemişti: "Çok masrafsız, günlük masrafı 23 centi aşmıyor."
Amerika için o askerin değeri/değersizliği hiç değişmedi, yıllar sonra üslerle doldurduğu Türkiye’nin o askerinin başına çuval geçirdi, Suriye ve diğer İslam ülkelerinde onun için savaşmaya zorladı, ekonomik yaptırımlarla tehdit etti, ambargolar uyguladı ve hala bile peşini bırakmak istemiyor. İran ile savaştıramadığı Türkiye’ yi Suriye ile savaştırmayı denemek istiyor. Ve bugün de, her firsatta Müslüman ülkelere müdahale etmesi için, AB ve ABD' yi bölgeye davet eden o ruh ve yapılar, o günkü coşkusundan bir şey kaybetmiş değil.
12 Eylül ve İslamizasyon Politikaları
“Türkiye’de 12 Eylül ile birlikte köklü politikalar uygulanmaya, uygulanan politikalarda köklü değişiklikler yapılmaya başlandı…
Geleneksel İslâm’da, İslamcılıktan ziyade anti-komünistlik uzun bir süreden beri müslümanları tatmin etmek için takib edilen politikalar olmuştur. Bu sebeble de 12 Eylül’ün Amerikancı subayları halkı memnun etmek ve desteğine sahib olabilmek için Anayasa’ya din derslerini mecburen okutulacak dersler cümlesinden görmüş ve koymuştur. 12 Eylül aynı zamanda anti-komünizmin en belirgin ifadesinin yaşandığı dönem olmuş ve bütün komünistler en ağır cezalara çarptırılmış, adeta suları kesilmiştir. Ülkücülüğün de özlemlerinin iktidara getirildiği, fakat kendilerinin yine en ağır cezalara çarptırıldığı dönem olmuştur 12 Eylül dönemi.
12 Eylül’e kadar T.C. hükümetleri giderek azalan bir hızla da olsa dine yani İslâm’a karşı daha sıcak, daha yakın davranmışlardır. Bu süreç resmen 1950’lerde başlatılmıştır. Otuz yıllık bir süreç, 1950 öncesinin katı uygulamalarını unutturmaya yönelik tavizlerle geçiştirilmiş ve halkın beyninde yer eden din düşmanlığı imajı silinmeye çalışılmıştır.
...1950 öncesi hiçbir seçim yoktur ki din bir oy aracı olarak kullanılmış bulunsun. Ne var ki 1950’lerden itibaren bu motif değişmiş ve hemen her seçim, hatta askerlerin yaptıkları darbeler bile din motifini işlemeyi ihmal etmemişler, edememişlerdir.
…Artık Türkiye beş vakit namaz kılan, cumalara giden cumhurbaşkanları dönemine girmişken, elbetteki mescitsiz hiçbir okulu, hastanesi, devlet dairesi ve bakanlığı da kalmayan bir ülke olmalıdır. Ki, hâlâ Cumhuriyet Halk Partisi’nin İslâm’a ve müslümanlara karşı katı politikalar yürüttüğü devirleri bütün canlılığı ile yaşayan yaşlıları ve onlardan tevarüs ettiği bilgiler ile, zamanının en az 30 yıl gerisinde yaşayan orta yaşlı müslümanları doyuran politikalar izlenmiş olsun. Ne var ki aşağıdan yeşerip gelen yeni nesil, genç nesil artık Kur’an’la tanışmıştır. Henüz istenilen düzeyde algılayamamış olsa da bu tanışma bu nesle bir yön vermiş, en azından müslümanlığın babalarından duyduğu beş şart’dan fazla şeyler olduğunun farkına varmaya başlamıştır…”İktibas, temmuz 1991, sayı 151http://iktibasdergisi.com/2018/01/01/islamizasyon-asamalar-katediyor/
Milli Görüş/28 Şubat ve Sonrası
Menderes dönemiyle başlayan İslamizasyon politikaları devam etti. Bu konuda direngen bir kesim vardı: Milli Görüşçüler.
Erbakan Hoca, fikri açıdan ve uygulamak istediği politikalar bağlamında büyük farklılıklar gösteriyordu. O, İslam aleminin kanatlarına işaret ediyor; öğrenilmiş çaresizliğe son verilebileceğini görüyordu. Türkiye’nin ve diğer İslam ülkelerinin bağımsızlığının; ABD esaretinden kurtulmasına bağlı olduğunu görüyor, biliyor ve dile getiriyordu.
Erbakan; sistem içinde dönüştürme niyetiyle iktidara getirildi. Ancak beklenin tam tersi sonuçlar doğurdu ve o kısacık koalisyon hükümeti döneminde bile çok ciddi bir yol katedildi.
Küresel düzene karşı itiraz eden, bağımsızlıkçı, bölgesel birlikteliklere dayalı politikaları gerçekleştirme çabası ve İslam ülkeleri arasında birlik meydana getirme girişimleri/D8 gibi o güne kadar denenmemiş bir yola koyuldu ve 28 Şubat darbesiyle iktidardan uzaklaştırıldı.
Sistem, tekrar sert yüzünü gösterdi ve 28 Şubat’ın baskıcı politikalarının bin yıl süreceği gibi tehditlere rağmen 2002’ ye kadar sürdü. 2002’ de seçimler yapıldı ve yeni bir sürece girildi.
Dikkat edilirse bu üç ana süreç/tarihi kesit, ana tema olarak tıpa tıp aynı. Bir baskı dönemi; ardından nefes aldırma/gaz alma ve geriletme ve bu süreçte sorunsuzca uygulanan İslamizasyon ve Batı/İsrail’e yönelim. Türkiye bu süreçler boyunca temel anlamında bölgesine/İslam' a yabancılaştırılıp İsrail’ e yaklaştırılmıştır. Bir yandan da batıya yaklaştırılması var ki; bu yaklaştırılmanın ana hedefi de yine İsrail’ e yaklaştırmadır.
Evet; bu üç kesit iyice irdelenmeli. Yani Menderes iktidarı ile başlayan süreç, 12 Eylül Darbesi sonrası ANAP iktidarıyla başlayan süreç ve 28 Şubat sonrası Akparti iktidarıyla başlayan süreç. Ancak Akparti iktidarıyla başlanan süreçte 15 Temmuz gibi yaşananlar ve ardından batıdan özgür olmaya yöneliş, çıkarılan güçlüklere rağmen devam etmekte, bu da bu sürecin farklı sonuçlanması olasılığıyla diğer süreçlerden ayrılmaktadır.
İsrail’in etrafının zayıflatıldığı, Ortadoğu ülkelerinin hallaç pamuğu gibi atılması planları gündeme gelmeye başlamıştı. Adına BOP denen ve İslam ülkelerini birbirleriyle savaştıracak, direngen ülkeleri parçalayacak, savaşlar, işgaller, sosyal hareketler, darbeler, vekalet savaşları, suikastler ve direnişçi yapıları teslimiyete zorlayacak daha bir sürü küresel terör planları/uygulamalarını içeren bu projenin Türkiye ayağının Erbakan ya da sol bir iktidarla mümkün olmayacağı düşünülüyordu.
Zaten iktidardan uzaklaştırılan ve partisi kapatılan milli görüşçü kitle kızgındı. Bu da orta vadede riskler barındırıyordu. Uygun bir formül bulundu ve askeri vesayeti geriletecek ve bu süreçte ABD ve AB’ den destek alacak “demokratik” bir süreç başlatıldı. Proje bu olmasına rağmen, Tayyip Erdoğan’ın milli görüşçü ruhunun çoğu kez nüksettiği ya da bu ruhun hiç teslim olmadığı görünümü dikkate değerdir. Ancak Erdoğan tekti. Siyonist İslamcıların FETÖ ve benzeri güçleriyle ülke politikalarını yönlendirme girişimlerine engel olunamadı. Bu süreç Suriye’ de ilk düğmenin yanlış düğümlenmesine ve buna karşı oluşan dirence 15 Temmuz’ la cevap verilmesini beraberinde getirdi. Bu tarihten sonra Türkiye; Suriye politikasını, bölgesel işbirliklerini de dikkate alan olumlu bir rotaya yöneltti. Bu yeni yöneliş; Akdeniz’de, Libya’da ve Suriye’de zor duruma sokulmak istenmesinin nedenlerinden biri sayılabilir.
Türkiye, daha önce bu konuda ciddi risklere sürüklenmek istenmişti. Özellikle Davutoğlu’ nun ciddi hasarlar oluşturduğu söylenebilir.
Türkiye-Katar ekseni, 'Yüzyılın Anlaşması' ile son noktası konan ABD-İsrail projesinde Suudi ekseninden daha yıkıcı roller üstlendi. 2011'de Suriye, 2014'te Irak ve 2015'te Yemen'in ateşe atılmasında bu iki eksen birlikte hareket etmişti. Libya’nın yıkım işi, Mısır’da, İhvan iktidarına “Camp Davit” anlaşmasına bağlı olması yönünde baskı/ısrar yapılması, Hamas’ ın Suriye’ den çıkarılması; Filistin'de siyasi, Suriye'de ise silahlı çözümü ve dış müdahaleyi öngören politikaların desteklenmesi gibi telafisi neredeyse mümkün olmayan yanlışlardı bunlar.
Katar’ın, bunca masrafa rağmen bu iş olmayacak, diyerek pes etmesi ve Türkiye’nin ise bugünkü politikalarına dönmesine rağmen hala önune zorluklar çıkarılmasının nedenlerini ararken bu süreci dikkate almak yararlı olacaktır.
Bugün Suriye’de kısa vadede bir huzurun sağlanması ve Türkiye’ nin güvenlik endişelerinin giderilmesinde işe yarayacak tek yolun, Suriye başta olmak üzere, bölge ülkeleriyle diyalog olduğu görüşü artık kendini daha da dayatmaktadır.
Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı!
Tekrar deneyiniz.
0 Yorum