İnsanoğlunun dünyada sınanacağı aşikardır. Bu sınanma sürecinde, önüne birçok sıkıntı ve musibet çıkacaktır. Dünya, belalı bir yerdir dolayısıyla kıyamete kadar, belalar, musibetler eksik olmayacak; iyiler de kötüler de hep var olacaktır. Bu, yaratılmamızın gereğidir.
"Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları (cennetten) onları çıkardı. Bunun üzerine: Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır, dedik."2/36."
"Dedik ki: Hepiniz cennetten inin! Eğer benden size bir hidayet gelir de her kim hidayetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler."2/38
Adem'in/yani bizim hikayemizi bize anlatan Rabbimiz; nasıl davranacağımızı da anlatmaktadır.
"Onlar; başlarına bir musibet gelince, "Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah'a aidiz ve şüphesiz O'na döneceğiz" derler"2/156
Şûrâ, 30: "Başınıza her ne musibet gelirse, kendi yaptıklarınız yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder."
İnsanoğlu, hayatın ileride karşısına hangi sürprizleri çıkaracağını bilmez. Hayat gerçekten de sürprizlerle doludur. Bir şiirden hatırlarım: "kendi ellerinizle bozdunuz kendi güzelliğinizi" diye bir ifadeyi ki; oldukça anlamlı ve çarpıcı gelmişti bana. Ellerimizin de elbette payı var yaşadıklarımızda; bizi aşan nedenlerin de.
Ancak gerek dünya ölçeğinde; gerekse birey olarak farklı bir dönüşümün eşiğindeyiz gibi. Fıtratata yönelen büyük ama zayıf projelerle yapılan saldırılar var. Adım adım ilerliyorlar. Toplumlar, bu saldırılar karşısında öz değerlerine sahip çıkarak durabilirler. İslam coğrafyasında da değerlere yönelik saldırılar sonuç verebiliyor. Aslında bu saldırıların sonuç vermesinin nedeni; zayıflatılmışlık, kuşatılmışlık ve sersemleştirilmiş olmamızdır. Bunu yapabiliyorlar çünkü zemin oluşturuldu.
Belirsizlik, güvensizlik, değerlerin ciddi bir erozyona uğraması durumu söz konusu. Çiğnenen değerli ilkeler ve sessiz sedasız bir çaresizlik: öğrenilmiş çaresizlik içindeyiz gibi. Sıkıntılı günlerden geçmekteyiz. İnanacağımız, güveneceğimiz kimseler azaldıkça; inandıklarımızın, inançlarımızı acımasızca harcadığı ve bu yüzden inançların da toplumda değer kaybına uğramasına şahit oldukça; endişelenmemek elimizde olmuyor.
Gençlerimizin, çocuklarımızın yanlış inanç ve eğilimlere kayma riski arttıkça; toplumda birlik ve beraberlik zayıfladıkça endişelenmemek elde olmuyor. İpin ucu kaçar mı, toplumumuza karşı bir oyun oynanır mı, bölgedeki savaşta başımıza bir iş gelir mi, müttefik denilen küresel emperyalist ülkeler bölgemizdeki savaşlar ve terörist projeleriyle bize bizi tuzakları sürükleyebilir mi? gibi sorulardan kurtaramıyoruz zihnimizi.
En çok dini değerlerimizin yıpratıldığı bir ortamdan kaygı duymakta insan. Çünkü insanları, ancak Allah'a çağırmak hesapsız olabilirdi ama son yıllarda yaşanan çeşitli süreçler, dinin yıpratılması insanları dine çağırmayı güçleştirmiştir. Toplumu ayakta tutan, birlikte tutan değerleri; hakkı, hukuku, adaleti, dini, aileyi, fıtratı daha fazla deforme etmemeliyiz.
Hep birlikte bu değerlerimize ve birbirimize sahip çıkmalıyız, birbirimize mukayyet olmalıyız.
Seçim süreci, ekonomik sıkıntılar ve bölgedeki savaşların yeni bir evreye girmesinin aynı zamana denk gelmesi de bu endişeleri anmayı gerekli kıldı. Zorlu bir sürece evrildiğimiz bu kritik dönemde; provakasyonlara karşı duyarlı, soğukkanlı ve dikkatli olmalıyız. Birbirimize karşı daha müsamahakâr, daha sabırlı, daha yakın olmalıyız. Darda olanlarla dayanışmalıyız.
Bir çocuk şarkısında; "söylenen bütün masalları inanırdık" şeklinde bir ifadeyi hatarlayanlarımız vardır. Elbette söylenen bütün masallara inanmak, iki yönlüdür. Birisi, bu durumun insanı uçuruma sürükleyeceğidir. Diğeri ise; bu saf, inanan yönümüzü kaybettik. Büyüdük ama bize zarar verecek masallara inanır olduk. Masallar değiştirildi. Masal anlatanlara güvenimiz kayboldu ve masal zevkimizi, kendi ellerimizle yok ettik.
Yıkılan, birbirimize güveni, bağlılığı, sevgiyi yeniden inşa etmek dışında bir yoluuz var mı?
Kaldığımız yerden devam edeceksek; önce kendimizi ve sonra da masallarımzı yerden toplayarak başlamalıyız. Bize umut olsun diye Lao Tzu'nun bir öyküsü ile son vermek istiyorum.
"Lao Tzu, bu öyküyü çok sever ve anlatırmış. Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış. Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış. “Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı” dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: “Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın” demişler. İhtiyar: “Karar vermek için acele etmeyin” demiş. ”Sadece at kayıp” deyin, çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.
Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler. Babalık demişler, sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil, adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var.
“Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar. “Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.
Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden “Bu adamın akli dengesi yerinde değil” diye alay etmişler. Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul, şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. “Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başka kimsen de yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın” demişler.
İhtiyar “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz” diye cevap vermiş. ”O kadar acele etmeyin, oğlum bacağını kırdı, gerçek bu, ötesi sizin verdiğiniz karar. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size bildirilmez.”
Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almış. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini, ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler. “Gene haklı olduğun kanıtlandı” demişler. “Oğlunun bacağı kırık ama, hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla geri dönyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer.”
“Siz erken karar vermeye devam edin” demiş, ihtiyar, “oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var, benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah bilir.” Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir dilimine bakıp, tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl, insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken, yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz. (LaoTzu)"
...
Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı!
Tekrar deneyiniz.
0 Yorum