Evet, kaybolanlar ve kaybedenler ser levhalı yazımızın ikinci bölümünde; sizlere, bahsettiğim o eski günlerimizde hatırladığım kadarıyla, o güzel anılarla dolu günlerden, bugün ki savrulmalara kadar gelinen süreci; karınca kadarınca, bazı anekdotlar aktarmaya çalışacağım. Biz, imanımız gereği biliyor ve inanıyoruz ki; başarı Allah'tandır. Hidayet Allah'tandır. Onun emri olmadan, ağaçtan hiçbir yaprağın dahi düşemeyeceğine inancımız tam ve Şüphe götürmez inancımızdır.
Yarın, hangimizin başına nelerin geleceğini bilemeyiz lakin, iyisi mi daima istianede ve tövbe halinde olmalıyız. Ne ki, Yüce Rabbimiz; bizden, iyiliğe doğru adım atmamızı, her şeyde tedbir almamızı ve çaba sarf etmemizi istemektedir ki, nihayetinde takdir ve emir O'nun Yüce Azametine mahsustur...
Evet, esas olan ve yazımızın konusunu teşkil eden, dün nasıl İslami bir hayat yaşadıkları halde; bugün nerelerde oldukları ve nasıl kaybedip, nasıl kayboldukları mevzusuna dönelim!... 28 Şubat 1997'nin o meşum ve malum sıkıntılı günlerine dair birkaç hatırlatma yapmakla başlamak istiyorum. Bizim ilde, Akabe diye bir Mahallemiz vardır. Akabe mahallesinde, Kur'an Kursunda DİB. nın bünyesinde resmi vazifeli olan Ahmed c.... isimli adamın, kiralık ve boş bir evi vardı. O evi uygun ve münasip gören arkadaşlarımız, evi kiralayıp hem sohbetlerimizi yapmamız hem de Müslüman kardeşlerimizin çocuklarını okutmam için ortak bir karar alıp evi kiraladılar.
Tabi anlattığım bu hadise, 1996 senesinin dokuzuncu ayına falan denk gelmektedir. Bana kardeşlerin çocuklarına Kur’an’ı kerim ve temel dini bilgileri öğretmem için görev verildi. Oturduğum mahalle ile, ders vermeye gideceğim mahalle arasında bayağı uzun bir mesafe olmasına rağmen; hiç tereddüt etmeden, sorgulamadan, nasıl gidip geleceğim demeden kabul ettim ve başladık...
Bize haftanın birkaç günü, başta Tefsir, Hadis, Fıkıh, Siyer vb. dersler anlatan hocamız; o zamanlar bir camide resmi imam olarak görev yapıyordu. Arapça ‘da derin bir bilgiye sahip olan hocamız, aynı zamanda İslami eserler kaleme alan bir Âlimdi. Ve o günlerde, hocamızın 5 ciltlik İslami bir eseri neşredilmişti. Tabi ders halkamız epey kalabalık, devlet yıkanlar, devlet kuranlar ve saire; memur mühendis hoca, öğrenci ilahiyatçı gibi hemen her kesimden hocamızın derslerine katılan insanlar vardı.
Derken kulluk imtihanımız başladı. Nasıl mı? Hocamızın yazmış olduğu eserin 5’nci cildinde, 5812 kanuna muhalefet etti gerekçesiyle; hocamıza kamu davası açıldı. Birkaç defa mahkemeye gidip gelen hocamızın yakalanması an meselesi oldu neredeyse. Başta bize evini kiraya veren herif, eğilip bükülür bir biçimde, efendim dedi çocuğumu evlendireceğim için evimi boşaltmanızı istiyorum... vay be, korku ile imtihan ha... neyse Kur'an kursumuz kapandı ve öğrencilerim çil yavrusu gibi dağıldılar. 28 Şubat 1997, nin o meşum baskıcı politikaları son sürat işlemeye devam ediyordu. Sonra, şu bizim devlet yıkıp devlet yıkan mücahitlerimiz de, yavaş yavaş yan çizip uzaklaşmaya başladılar. Ve Hocamıza gelip efendim biz bu yolda artık yokuz deyip, vakıf için verdiğimiz tüm aidatları da Dolar ve Mark bazında geri istiyoruz demesinler mı? Evet, aynen öyle dediler. Çünkü, biz o zamanlar mark ve dolar bozup vakfa aidatları ödediğimiz için, aynısıyla geri istiyoruz, hem de resmiyette ismimizin olmasını istemiyoruz ki, hepimizin çocuğu var ailesi var dediler. Sanki hoca, bedeviydi çoluk çocuğu yoktu da; öyle söylüyorlardı. Zavallı herifler.
Bizim dava (!) adamı diye bellediğimiz o kalabalıktan, iki elin parmakları kadar arkadaşımız ya kaldı ya da kalmadı hepsi saf değiştirip kayıplara karıştı. Hatta selam kelamı bile bizden kesip uzak durmaya çalıştılar. Çünkü Hocamızın, cezası kesinleşmiş ve içeri girmişti. "Bakara süresinin 155’nci ayetinde bakınız Aziz ve Celil olan Rabbimiz ne buyurmuş: "Muhakkak sizi biraz korku ve açlık ve biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden bir noksanlık/azaltma ile imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele." İşte, Rabbimizin bu buyruğu tahakkuk etmiş ve korku imtihanı karşısında; sebat edemeyenler, yazın o kızgın güneşi altında buz gibi eriyip yok olup gitmişlerdi.
Birçoğu, daha önce tekfir ettikleri bazı camialar içerisinde yer almaya başladılar. Bu nedenle, kaybolanların büyük bir kesimi; Müslüman çevrelerinden kopup kendilerine yeni akranlar, yeni yaşam koçları, yeni davalar(!), yeni politik partiler bulup üye oldular. Bir kısmı sözüm ona, hiç alakası olmayan bir kısım derneklerin çatısında motivasyon aramaya başladılar. Hem kayboldular hem de kaybettiler.
Zira onlar, her karanlık gecenin bir sabahı, her sıkıntılı dönemin bir inşirahının olacağını hesaba katmamışlardı. O çalkantılı devir nispeten def olup gitti, Hocamız içerden çıktı ama; o zor günlerimizde bizi yalnız bırakıp kaçanların hiçbiri bir yerde doğru düzgün tutunamadı. Tutunmayı başaran birkaç kişi ise, ya çocuklarını ya da kendi İslami kimliklerini manen kaybettiler. Rabbime Hamdu senalar olsun ki, biz bir avuç insan, maddeten sıkıntı içinde olduğumuz halde, arkamızı dönüp kaçmadık, kardeşlerimizi yalnız bırakmadık ve hala da bulunmamız gereken adresteyiz.
12 Eylül 1980 darbesinin, o Çetin günlerinde; 16 yaşlarımda idim ve bugün gibi çok iyi hatırlıyorum. O gün kendilerini devrimci diye topluma lanse edenlerin kahır ekseriyetinin; darbeci askerlerin ayak seslerini işittiklerinde, korkudan neredeyse altlarına etmiş duruma gelmişlerdi. Zira o günlerde, bizden on on beş yaş önde olan birçok kimsenin, tabir caizse ellerinden gelse isim ve kimliklerini değiştirecek duruma düştüklerini hatırlıyoruz. Neden bunları aldatıyorum, şunun için? Temelde Tevhit inancına göre alt yapısını sağlam atan insanlar; ucunda değil tehdit, tazir, tahkir, ölümde olsa inanıp gönül verdikleri davalarını bırakmazlar. İnsanlık tarihi boyunca, bunun güzel örnekleri var olagelmiştir daima. Saadet asrının Mekke dönemine baktığımızda, özellikle maddeten fakir ve aşiretleri olmadığı halde; iman ettikten sonra, Mekkeli müşriklerin tüm eziyet ve baskılarına rağmen İslam davasını terk etmemiş, Resulullah Efendimizi (s.a.v) yalnız bırakmayan yiğit mücahitleri görüyoruz.
Hatta Hicreti Nebevide, Mekke'nin yerlisi ve en zenginlerinden olan birçok Müslümanın; İslam davası uğrunda eşlerini çocuklarını, mal ve mülklerini geride bırakarak; tarihte eşi benzeri olmayan numune teşkil eden bir iz bıraktıkları bilinen bir hakikattir. İnandıkları yoldan dönmediler, davalarını satmadılar, dava arkadaşlarını yarı yolda bırakıp kaçmadılar; Allah ve Resulü uğruna, başta canları olmak üzere her şeylerini seve seve feda ettiler. O günden bu zamana kadar, 14,5 asır geçti, yüzlerce devlet, medeniyet ve imparatorluk kuruldu ve sonra yıkılıp kayboldu. Ama en uzun süre hükmeden devletlerin hiçbiri; 36 yıllık asrı Saadet dönemi kadar dünyaya huzur ve barışın temellerini atmadı/atamadılar.
Geçmişimizden ders çıkamadığınız içindir ki, bugün İslam âlemi ve Müslümanlar olarak; her birimiz bir yerde dağınık, perişan, mazlum, vurulan, öldürülen, sürülen, talan ve tacize uğrayan, baskı ve zorbalığa uğrayanlar olduk. Çünkü, cellatlarımıza âşık olduk, düşmanlarımıza benzedik ve kadim bir medeniyetin mirasçıları olarak bugün; Avrupa keferesinden kültür dilenciliği yapar hale geldik. Hem kaybolduk hem de kaybettik!... Artık Avrupalılardan daha demokrat, daha laik, daha Sekülerist, daha modernist hale gelmiş bulunan İslam alemi, manen ölüm sancılarını çekmektedir. Tek kurtuluş yolumuz, tekrar özümüze dönüp, İslami kimliğimizden ödün vermeden küllerimizin üzerinde dirilmemize bağlıdır. O zaman, Aziz ve Celil olan Rabbimiz, bize yardımını gönderir ve maddi manevi tüm kazanım ve değerlerimize yeniden sahip oluruz inşallah. Kalın sağlıcakla efendim…
Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı!
Tekrar deneyiniz.
0 Yorum