Dinsiz, ateist, deist olan yahut dinsizleri savunan, onları destekleyen din adamı olur mu demeyin, günümüzde o da oldu ve hiç de azımsanmayacak kadar sayıları fazladır. Bu gelişme, elbette birkaç yıllık değil, bir asra yakın bir süreçte tezgâhlanan bir faaliyetin sonucudur ve toplumun dini hayatı konusunda Hakkın hatırını tutan, İslam’ın derdine düşen samimi Müslümanları endişelendirmektedir.
İslam’ı ve İslam peygamberini gözden düşürmek, Müslümanları İslam’dan ve Kur’an’dan soğutmak için uluslararası şeytani bir zındıka şebekesi bir asırdır faaliyet gösteriyor. İslam düşmanı Müslümanlar ve din düşmanı İlahiyatçılar yetiştirilmesi, bu şeytani şebekenin en önemli gücünü oluşturuyor. Kur’an ve sünnetten oluşan İslam binası sarsılmaz, güçlü bir yapıdır. Herkes biliyor ki, dışarıdan hiçbir güç bu yapıya zarar veremez, onu sarsamaz. Ancak onu yıkmak için içerden düşman oluşturmak gerektiğini düşündüler. Çoğu cahil, idealsiz, şımarık, dine yabanileşmiş, söz dinlemeyen, büyüklerine saygısız, talihsizlerden oluşmuş bir nesil, bu iş için çalışan şebekenin iştahını kabarttı. Bin dörtyüz yıldır şeytanî teşebbüsler hüsranla sonuçlanıyordu. Bu kez başarılı olabilir diye ümitlendiler.
Önce sünnetin râvîleri yani taşıyıcıları olan Sahabe-i Kiram’a dil uzatmakla işe koyuldular. Amaç, onları değerden düşürerek sünneti inkâra zemin hazırlamaktı. Aslında sahabeyi kötülemek, Kur’an’ı inkârın da yolunu açıyordu. Çünkü Vahyin yani Kur’an’ın da yazıcıları, hafızları ve taşıyıcıları sahabe-i Kiram’dı. Kur’an’ın övgüsüne mazhar olmuş, ayetlerde “Allah onlardan razı olmuştur.” diye ilan ettiği o mübarekleri Kur’an’ın inadına değersizleştirmeye çalışıyorlardı. Sonra peşinden sünneti inkâr geldi. O zaman, “Bunların asıl hedefi Kur’an’ı inkârdır” demiştik. Çünkü Kur’an, sünnetle sabittir. Kur’an’ın “Kur’an” olduğu, peygamberimizin (ASV) beyanıyla bilinmektedir. Ayrıca sünnet hangi yolla bize kadar gelmişse, Kur’an da aynı yolla gelmiştir. Sünnetin de Kur’an’ın da râvîleri aynı sahabilerdir.
Nihayet bu zındıka şebekesi, ağızlarındaki baklayı çıkardılar, sakladıkları domuz lokması göründü ve Kur’an’ı inkâra başladılar. Aslında Allah'a inanmıyorlar, Kitabına mı inanacaklar? İnanmamak ve inanır görünmek zorunda olmak kalpte büyük bir sıkıntı oluşturuyor. Bu sıkıntıyı biraz hafifletmek için inanmamaya delalet eden yorum ve kavramlar üretip halkı kandırıyorlar kendi imansızlık sıkıntısını da hafifletiyorlar. Vahyi tartışmaya açmaları, da uygunsuz yorumları da bunun içindir. Bir kere vahyin nasıl olduğunu vahyi alandan başkası asla bilemez, anlayamaz.
Bu Kur'an'a karşı inkâr fikri İlahiyatları sardığı gibi, bir kısım medreseleri de sarmış görüyoruz. Öncelikle Kur’an hizmetkârı ehl-i iman ilahiyatçıları ve hakiki seydaları tenzih ederim. Medrese talebeleri arasında da yayılıyor, hatta inkârcı İlahiyat hocaları gibi, bazı seydalarda da baş göstermiştir. Ben birkaç seydada bunu hissettim, konuşmalarından ve tavırlarından anladım. Müslüman toplumun direkleri ne yazık ki çatırdıyor. İstikbalimiz bu açıdan karanlık, korkutucu ve ürkütücü görünüyor.
Bizim derdimiz, hiç bir şahsın inanç ve düşünce dünyası değildir. İnanıyor, inanmıyor, ne düşünüyor bizi enterese etmez, istediği kadar da havlayabilir. Ama tepki gösterilmesi gereken, Kur’an’ı inkâra kalkışan şahısların Kur'an'la makam ve mevki kazanması, zengin olması, Kur'an'la itibar elde etmesidir. Yani bu münkirler madem Kur'an'a inanmıyor, Kur'an sayesinde kazandıklarını da iade etmelidirler. Söyledikleri hezeyanlar o zaman fikir ve ifade özgürlüğü türünden sayılabilir.
Evet, ne yazık ki bazı Medrese hocalarının ateist ideolojileri savunduklarına, din düşmanı siyasi oluşumları desteklediklerine şahit oluyoruz. Çünkü kendileri de ateist olmuşlar. “Siz din âlimlerisiniz, nasıl dinsizleri savunur ve desteklersiniz?” diye söylendiğinde, ”Dinsizlerse de, bizim dinsizlerimizdir, bizim evlatlarımızdır.” Şeklinde şaşırtıcı, din âlimine hiç yakışmayan cevap veriyorlar.
Ateist İlahiyatçıların artmasının sebebini, “İnsan kendini müstağni görmekle azgın olur.” (Alak, 6-7) ayetinden anlamak mümkündür. Kendini müstağni görmek, kibir ve enaniyetin zirve yaptığı mal, mülk, makam ve mevki elde etmekle gerçekleşen, kişinin kendini kendine yeterli hissettiği “ihtiyaçsızlık” durumudur. İşte kişi kendini böyle gördüğü zaman azgınlaşmaya başlar. Firavunluğun da menşei bundur.
Eskiden din yolu maddi kazançlı değil, çileliydi. Parasız, zorlu ve sıkıntılıydı. Sosyal dünyevî bir rütbeden de uzaktı. Ziya Paşa’nın tabiriyle, “Rahat yaşamış var mı guruh-u ukaladan?” akıllılardan rahat yaşamış olan yoktu. Onun için, sadece samimi, imanlı, çilesine razı ve Allah'ın rızasını hedef edinenler din işine talip olurlardı. Fatiha suresinde “en’amte ‘aleyhim” denilmesi, din nimetinin yolunun zorluklu olduğuna işaret eder. Çünkü Arapçada nimet için "lehinde" anlamına gelen “Lehüm” tabiri uygun iken, "aleyhinde" anlamında “’aleyhim” kullanılması, bu işin sıkıntılarına, zorluklarına işaret eder. Din hizmetinde sıkıntısız, tamamen rahat ve keyifli hallerin, maddi ve dünyevi nimetlerin çoğalması, o alana rağbeti artırır, ehil olmayanların da oraya doluşmasına yol açar, bu da dine zarar verir.
Son yıllarda bu durum gerçekleşti. Dini istihdam alanları genişledi, dinle ilgili kurumlar arttı. Din adamlarının, dinle ilgilenenlerin sosyal statü, maddi, ekonomik yönlerine rahatlık getirildi, toplumda pek ilgi gösterilmeyen bu alan ilgi odağı haline geldi. Sönmeye yüz tutmuş bir durumda iken alabildiğine parlak bir döneme girdi.
Aslında bu gelişme din için en zarar verici olanıydı. Çünkü din işlerini yürütenlerin dünyevi ve ekonomik şartları iyileştirilince, sosyal konum ve değerleri de artınca çıkar düşkünü her türlü insan din işine talip oldular. Bir yerde nimet varsa her canlı oraya gelir; kirpi de, tilki de, yılan da, çıyan da, akrep de gelir. İşte bu yüzden dini işlerde ehil olmayanlar, inançsızlar, çıkarı için dini satanlar, münafıklar, bu dini yerlere doluştular, şimdi de sonuçları görülmeye başladı.
Unutulmamalıdır ki Allah, dinini her zaman korumuş ve Kıyamete dek koruyacaktır. Hiç kimse dini yüceltemediği gibi, ona en küçük bir zarar da veremez. İnsan dine değil, din insana değer kazandırır veya değerden düşürür. Bu itibarla hakiki ehl-i imanın endişelenmesine gerek yoktur. Yöremizde söylenen “çêkıro bıxwe kıro, xerakıro bıxwe kıro” (İyilik eden de kendine iyilik, kötülük eden de kendine kötülük etmiş olur.) özdeyişi sonucu özetler niteliktedir. Dine zarar vermek isteyip aslında kendi zarar eden bedbahtlara binler veyl olsun.
Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı!
Tekrar deneyiniz.
0 Yorum