Geceler gündüz, gündüzler olmuş gece,
Son sürat gidiyor ömrümüz vay…
İnsanlık gaflete teslim, uyku iki hece,
Ne zaman uyanırlar hallerine vay?
Yıkılmış evler, mezarlar ise imarlı,
İmandan yoksun nesil, çepeçevre şamarlı.
Cömertlik kapıları müsriflerce kapalı,
Ne zaman açılacak kapıları vay?
Camiler çoğalmış, cemaat ise firarda,
Başaklar olgunlaşmadan mahsul harmanda.
Müsrifler iflastadır açık hükmü Kur’an’da,
Ne zaman okuyup anlarlar, vay?...
Yukarıdaki dizeleri, âcizane olarak; 2005 yılında karalayıp Öteki Ayna isimli Şiir kitabımızdayayımlanmış olmasına rağmen, üzerinden 15 yıl geçtiği halde; bu gün içinde bulunduğumuz tehlikeyi görmüşçesine, ta o günartacağından endişe duymuş ve her vesileyle dile getirmeye gayret ettiğim dert-hanemin başlıcalarındandır! Şimdiki mevcut durumumuza şöyle bir baktığımızda, her sabah onlarca ölüm haberini duymakta, sel, afet, deprem ve benzeri hadiselere ya tanıklık etmekte, ya da duymaktayız. İnsanlar, hak için yaptıkları sa’y-ü hareketten inhiraf edince; kademe kademe olarak haliyle, her şeyin bereketi de kalkıp uçtu içimizden. Ömrün bereketi, rızkın bereketi, zamanın ve mevsimlerin bereketi; her şeyin çok olduğu ama kanaatsizliğin vermiş olduğu aç gözlülüğün ve doyumsuzluk hastalığınınvermiş olduğu illet, toplumda bereketin uçup gitmesine sebep olan birkaç etken… Yokun çok, çoğun yok olduğu o eski savaş yıllarını hatırlatıyor mevcut süreç adeta insana!
İlkbahar Yaz, Sonbahar Kış dörtlemesini tekrarladığımız İlkokullu yıllarımızda; her mevsimin zamanında geldiği, her bir mevsimin ayrı bir özelliği ve güzelliğinin bulunduğu hafızalarımızda kalan tap taze anılarımızdan… Hakikaten günümüzün modern sulama tekniklerinin bulunmadığı yetmişli seksenli yıllarda; çiftçilikle uğraşan insanlar, Ekim ayı gelmeden tohumu toprakla buluşturmuyorlardı. Çünkü o günün insanlarında öyle bir kanaat vardı ki, her mevsimin kendi güzelliği ve ismine özgü olanıyla gelip geçeceğine inanıyorlardı ki; gerçekten de öyle oluyordu çoğu kez! Oysa yaşadığımız şu son çeyrek yüz yıldaki genel durumumuza baktığımızda, insanların ulaşıp elde ettikleri bunca imkân ve kolaylığa rağmen; kanaat, bereket, paylaşmanın ve diğerkâmlığın ne denli ölçüde ölüp yok olduğunu görmekteyiz.
Özellikle biz Müslümanların, “üzerimizdeki gömlek kadar sürekli bizimle birlikte var olması gereken dava derdimizi kaybettiğimiz günden beri, İslam âlemi olarak gün yüzü görmez, rahat etmez olduk, ve bir türlü başımız bela,korku, mihnet ve musibetlerden kurtulamaz oldu! Neden? Çünkü biz, fertten topluma, toplumdan devlet mekanizmasına varıncaya kadar; dava ve hareket azmimizi, aşkımızı, sevdamızı, ülkümüzü ideal ve istikbalimize olan inancımızı yitirdik/kaybettik! Evet, kaybettik ve kaybettiklerimizin arasında, var olan bereket nimeti de uçup gitti aramızdan! Şimdi ne günlerin, ne ayların ne de senelerin bereketi kaldı… Cumadan Cumaya kadar olan süre sanki bir haftalık süre değil de, adeta birkaç saat kadar kısalmış vaziyette.
Farkında olsak da olmasak da, realite budur! Bu günkü toplumsal sıkıntılarımızın, buhranlarımızın, en önemlisi de gece ve gündüzlerimizinkâbusu halinegelmiş olan Korona virüsü denilen illetle ruhsal ve bedensel işlevlerimizin dengesi bozulmuş durumda. Ben, benim diyen insandan, mahalleyi temizleyen çöpçüye varıncaya kadar; herkesin ağzında maske denilen bez parçası! Ölüm korkusu sarınca insanların paçasına ateş düşüyor adeta ve denizde düşen yılana sarılır misalinde olduğu gibi, korku psikolojisinin vermiş olduğu endişe ve panik insanların gerçek yüzlerinin ve kaç ayar olduklarının meydana çıkmasına vesile oldu… Diplomatik ve siyasi girişimlerle bir türlü sonuçlanamayan savaşlar, tüm ikaz, uyarı ve çağrılara rağmen Zalimliklerinden zerre kadar vaz geçemeyen gaddarlar, Savaş ve öldürme delisi olan devletler, icat etmiş oldukları son model teknolojilerine güvenip dünyaya korku salmaktan adeta zevk alan gaddar ve zalim vampirlerin bütün plan, proje ve taktiklerini; Yüceler yücesi olan Allah; gözle görülmeyen, elle tutulmayan bir zerrecik mikropla her şeylerini alt üst edip onları hezimete uğratıp nasıl da dize getirdiğini gördük. Evet, inkarcılar ve zalimler bilsinler ki; “yerin ve göğün orduları yalnızca Allah’a aittir!...
Eh… De haydin insanlar! Gün bu gündür, fırsat ve zaman varken; topluca Allah’ın emirlerine sıkıca sarılıp ondan af ve mağfiret dilemenintam zamanıdır… Kıssadan hisse almayan, olaylardan ders çıkarmasını bilmeyen toplumların akıbeti; çok feci olur! Unutmayalım ki, yüce Allah katında; hiçbir insan topluluğu vaz geçilmez ve özel değildir. Kur’an’ı açıp okuduğumuzda, üçte birinin nerdeyse İsrailoğullarından bahsettiğini görmekteyiz. Zira onlara verilmiş olan bunca nimet, bereket, imkân ve varsıllığa rağmen; onların hepsine nankörlük edip inkara yeltenmelerinden dolayı, “Yüce Allah da nimetini ve bereketini onlardan geri alıp onların başına azap yağdırmadı mı?!
Hak için hareketini kaybeden toplumlar, ellerindeki nimetin bereketinden asla faydalanamazlar… Şimdi bakıyorsun her tarafta bolluk var lakin; insanlarda, toplumda kanaat nimeti zayi/kayıp olduğundan dolayı, “kalabalık bir kesimin varlık içinde yokluk çektiklerini görmekteyiz”… Bakar mısınız Allah aşkına, asgari ücretle çalışan bir işçinin, gündelik yevmiyle hayatını idame eden bir amelenin, mevsimlik tarım işçiliği yapan bir sulamacının, çapacı vs.’nin ellerindeki telefonlarına bakın dört beş bin lira olduğunu göreceksiniz. Ama hiçbir şeylerinin olmadığından şikâyet ediyorlar. Ne hazin bir tablo… İnsanlarda bir lüks yaşama hastalığıdır tutmuş gidiyor. Ve haliyle bu hastalık, başta her şeyin bereketi olmak üzere; toplumları ayakta tutan birçok güzel hasleti de beraberinde alıp götürüyor/götürmekte/götürmüştür de!
Uzun lafın kısası: “Bir toplumda, “hak yolundaki hareket vazifesi bırakılıp terk edildiğinde; zamanın, ömrün, nimetin vs.’nin bereketi de kaybolur uçup gider.” Rabbim sonumuzu hayreylesin ve bizi Salih kullarının arasına katsın! Selam ve dua ile efendim. 31 Ağustos 2020.
Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı!
Tekrar deneyiniz.
0 Yorum