Tarihselcilik ile alakalı basit bir araştırma yaparken Ebubekir Sifil imzasını taşıyan “Bediüzzaman ve Tarihselcilik” başlıklı bir yazı ilişti gözüme. Çok merak edip hemen okumaya başladım. Sifil hoca Bediüzzaman Said Nursi’nin Münazarat’ta Maide 51. Ayeti münasebetiyle gelen bir soruya verdiği cevabı tarihselcilik ile ilişkilendirip merhumu “tarihselci” ilan etmeye getiriyor. Objektif olması bakımından dilerseniz bundan sonrasını zat-ı alilerinden takip edelim:
“…Bilindiği gibi Kur’an, Mü’minler‘e hitaben, “Ey iman edenler! Yahudiler’i ve Hristiyanlar’ı dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar…” (5/el-Mâide, 51) buyurur. Said Nursî merhum, “Münazarat“da (1944), bu ayet Yahudi ve Hristiyanlar‘a muhabbeti yasakladığı halde nasıl olup da onlarla dost olunmasını söylediği tarzındaki bir soruyu şöyle cevaplıyor:
“Evvela (…) nehy-i Kur’anî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir, kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me’haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile, Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir. (…)
“Saniyen, Zaman-ı Saadette bir inkılab-ı azim-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhanı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-ı Müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lakin şimdi alemdeki, bir inkılab-ı acib-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhanı zabt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır. İşte bu dostluk kat’iyyen nehy-i Kur’anî’de dahil değildir…”
Her ne kadar tarihselcilik “mutlak-mukayyed” dinlemeyip bütün ahkâmı ber-hava etme tavrının adı olmakla, bir mutlakın takyidinden ibaret olan yukarıdaki tesbiti “tarihselcilik” ifadesi olarak görmek cay-ı itiraz ise de, burada “mutlak”ı “takyid” eden delilin mahiyeti üzerinde durmak zorundayız. Kur’an‘ın herhangi bir mutlak hükmünün “zaman delili” tarafından takyid edilebileceği hangi Usul kitabında kayıtlıdır bilemem; ancak bildiğim şu ki, “zaman”a böyle bir yetki tanınması, ucu “nesh“e kadar pekala çıkabilecek bir tavrın ifadesi olur ki, “tarihselcilik” de bundan başkası değildir!
Öte yandan “zamanın kaydı”nın, Kur’an‘ın mutlakını takyid edici kuvvette bir delil olması keyfiyeti hangi cihettendir? Burada “mutlak”tan, “takyid”den konuştuğumuza göre Usulcüler‘in “delil” tarifini mi esas alacağız? Eğer öyleyse “matlub-u haberî” nerede? Ayrıca bu delil kat’î midir, zannî midir? Yoksa Kelamcılar‘ın ıstılahına mı başvurmalıyız? Eğer böyleyse o bir “bürhan“mı, yoksa “emare” midir?.. Eğer zamanın kaydı kat’î bir delil/bürhan ise onun kat’iyeti nereden gelmektedir? Günümüzdeki Yahudi ve Hristiyanlar‘ın, hükmün asr-ı saadettekilerle takyid edilmesini gerektiren hangi temel dönüşümü söz konusudur? Eğer zaman zannî bir delil/emare ise kat’îyi zannî ile nasıl takyid edebiliriz?
Üstelik burada bir de “iştikakın me’hazının illet göstermesi” durumu var. Ben buradan, Yahudi ve Hristiyanlar‘ın dost edinilmemesi hükmünün, onların Yahudiliklerine ve Hristiyanlıklarına bağlanmış olmasını anlıyorum. Bu da, bir kimsede Yahudilik veya Hristiyanlık temel bir vasıf olarak devam ettiği sürece, onu dost edinmenin yasaklığı hükmünün illetinin varlığını devam ettirmesi demektir. Öyleyse burada iştikakın mehazından hareket etmenin lehde değil, aleyhde sonuç doğurduğunu söylemek durumundayız.
Ve nihayet çağımızdaki “inkılab-ı acib-i medenî ve dünyevî”nin, asr-ı saadetteki “inkılab-ı azim-i dinî”nin yerini aldığı tesbitinden hareketle, dikkatlerimizi “nokta-i din”den “nokta-i dünya”ya çevirmemizi ve dolayısıyla “din temelli nehy-i Kur’anî”yi terk edip “medeniyet(!), terakki ve dünya temelli vela-yı Yehud ve Nasara”ya yönelmemizi öğütleyen yukarıdaki satırlar da tarihselci bakışın kalesini tahkim edici niteliğiyle dikkat çekiyor.
Çağın bir “medeniyet çağı” olduğunu ve medeniyet icabatının behemehal yerine getirilmesini bir “mukteza-yı nass” derecesinde kabul ettikten sonra “ümmet-i davet“ten “medenî dünya” çıkarmak elbette normal olur. Ne var ki esas mesele de burada yatıyor. Yapılması gereken, zihinleri, meşgul oldukları (daha doğrusu “edildikleri”) “inkılab-ı acib-i medenî ve dünyevî”ye perestiş yerine, onun mahiyeti, doğuşu, tezahürleri ve doğurduğu sonuçlar üzerinde düşünmeye sevk etmek iken, ona öykünmek ve buradan da Yahudi ve Hristiyanlar‘la “muhabbet” ilişkisi çıkarmak nasıl izah edilebilir?” (Milli Gazete 25 Şubat, 2005)
“Her ne kadar tarihselcilik mutlak-mukayyed dinlemeyip bütün ahkâmı ber-hava etme tavrının adı olmakla, bir mutlakın takyidinden ibaret olan yukarıdaki tesbiti tarihselcilik ifadesi olarak görmek cay-ı itiraz ise de” itirafından sonra bu kadar muğlak, müşkil, tekellüflü izahat neden ve niçin? Hem bu itirafı yapacaksın hem de Bediüzzaman merhumu uzun uzun tarihselci demeye getireceksin.
Sifil Hocanın yukarıda dediklerinden vâzıh bir şey anlayan var mı? Sanmıyoruz. Eleştirmek için eleştirmek, kusur bulmak için eleştirmek dedikleri bu olsa gerek. Üstadın Maide Suresi’nin 51. Ayetini tefsir sadedinde serdettiği mezkûr cümleleri “tarihselcilikten başkası değildir”, “tarihselci bakışın kalesini tahkim edici niteliği taşıdığı” ve “Yahudi ve Hıristiyanlarla muhabbet ilişkisi” şeklinde anlamak ya tarihselciliği tam olarak tanımamaktır, ya da Bediüzzaman’ı tam olarak tanımamaktır.
Üstadın yaptığı izah klasik tefsirlerde mütearife hükmüne geçmiş mâruf ve mâlum olan bir manayı ilâm etmekten ibarettir. Ve tercihe şayan olan da kanaatte budur. Keza Üstad ayetteki şiddetli nehyi esbab-ı nüzul bağlamında anlamaya ve anlatmaya çalışırken tam da isabet etmektedir. Esbab-ı nüzul ile tarihselcilik arasında ise dağlar kadar fark var. Zira bu mantıkla geçmiş bütün ulemayı ve müfessirleri ‘tarihselci’ ilan etmek pekâlâ mümkündür.
farkı ve Bediüzzaman’ın bahse konu izahındaki kastını herkesten daha iyi anlayacak bir kavrayışa sahip olduğundan asla şüphe etmediğimiz Ebubekir Sifil hocanın bu hükmüne herhangi bir mana veremiyor ve sadece taaccüp ediyoruz. Geleneği müdafaa adına sergilenen bu müfritane ve mûtassıbane tavır, müfrit tarihselcilerin ekmeğine yağ sürmek dışında hiçbir müspet amaca etmez diye düşünüyoruz.
Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı!
Tekrar deneyiniz.
0 Yorum