Kader ve kaza imanın şartlarındandır. Kader Allah'ın bilgisi ve programı, kaza ise bu programın uygulanmasıdır. İmanın şartı olarak her mümin Allah'ın her şeyi bildiğine ve her programın üstünde O'nun programı olduğuna iman eder. Elbette ki her şeyin yaratıcısı olan o zat-ı Akdes her şeyi de bilmektedir, hiç bir şey Onun takdirinin, programının dışında kalmaz.
Kadere inanmak imanın şartı olduğu gibi, kaderi sorgulamamak ve tartışmamak da imanın selameti için gereklidir. Çünkü Allah’ın yüce ilminin mahiyetinin ve programının dar aklımızla çözümlenmeyeceği gayet bedihidir. Onu tartışmak, düşünmek ve sorgulamak ve tartışma konusu etmek, çocukların cumhurbaşkanının proje ve faaliyetlerini, maliye bakanının plan ve programını yahut milli eğitim bakanının faaliyet ve programlarını konuşup üzerinde tartışmalarına benzer. Hatta kader konusunda tartışmak, ondan daha yersiz ve iman bakımından tehlikelidir.Bunun içindir ki Peygamberimiz (ASV) kader hakkında yersiz konuşmalardan ümmeti menetmiştir. Bir gün Kader hakkında tartışan bir gruba rastlamış ve onlara:“Siz bununla mı emrolundunuz? Yoksa ben size bunun için mi gönderildim? Sizden öncekiler bu meselede tartıştıklarından dolayı helâk oldular. Sakın, sakın bu meseleyi münakaşa etmeyiniz!” buyurarak uyarmıştır. (Tirmizî, Kader, 1.)
Başka bir hadiste de Peygamber (ASV)’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Kader hakkında konuşmayın, zira kader Allah’ın sırrıdır. Allah’ın sırrını açıklamaya kalkmayın.”(Kenzü’lUmmâl, I, 132.) Yani, sizin için sır olan, bilmenize imkân olmayan ve Allah’ın işi olan kaderi konuşmayın, Allah’ın işine karışmayın, siz işinize bakın demek istiyor. Biz kullar Allah’ın işi olan kadere sadece inanmalı ve kendi işimizi yapmalıyız. Bize yüklenen sorumlulukları yerine getirmeye veönümüze konulan görevleri yapmaya gayret etmeliyiz.
Ne kadar düşünsek de, konuşup tartışsak da kaderi akılla çözemez ve anlayamayız. Çünkü kader aklî değil, vicdanî bir meseledir. Aklen sorumluluktan yırtma bahaneleri araştırıp bulsa ve aklına uyumlu gelen yorumlarla kendini avutsa da herkes vicdanen cüz’î ihtiyarîye sahip bulunduğunu bilir ve sorumlu olduğunuhisseder.
Yüce Allah her şeyin yaratıcısı olmakla beraber, bu dünyadaki icraatında hikmetle iş görür. Sebepleri Kudret eline perde kılmıştır. Kulların talep ve kesbini yaratmasına sebep yapmıştır. Nimetleri O’ndan başka yaratan yoktur, ancak insanın çalışmasını nimetleri yaratmasına sebep kılmıştır. Sözgelimi buğdayı yaratmasını ancak insanın ziraat çalışması ve gereken sebepleri yerine getirmesine bağlamıştır. Demek sadece ibadetler konusunda değil, hayatın her alanında insana yüklenen görevler vardır. Uhrevi kazanımlar için Allah’ın emir ve yasaklarına uygun bir hayat sürdürmesi gerektiği gibi, dünyada rızkını elde etmek, sağlığını korumak, sıkıntılardan kurtulup rahat bir hayat sürmek için de gereken çaba, gayret ve çalışma içinde olması gerekir. Bu da ona yüklenen görevdir. Hastalıklardan korunması için tedbir almalı, dikkat etmeli, hastalık yapan unsurlardan sakınmalıdır. Yine de hastalandığında şifa bulması için tedavi olmalı. Bu görevlerini yerine getirdikten sonra Allah’a ait olan sonucu Allah’tan beklemelidir. Önce kendini korumak için gerekli sebeplere başvurup onunla ilgili görevlerini yerine getirdikten sonra “Ey Hafîz (koruyan) Allahım, beni muhafaza et.” Diye dua edebilir. Hasta olan da gereken tedaviyi yaptıktan sonra “Ey Şâfî olan Allahım, bana şifa ver.”diyerek şifayı Allah’tan ister. Kulun kendi görevini de Allah’a yüklemesi, kullukla bağdaşmaz, en basit deyimle Allah’a karşı edepsizliktir.
Bediüzzaman’ın Şafii müçtehitlerinden Maverdi’den nakledip yorumladığı konumuza ışık tutan Hz. İsa ile ilgili bir menkıbeyi, dikkatinize sunmak istiyorum:
“Tarik-i hak ta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenâb-ı Hakka ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler. Edebü’d-Din ve’d-Dünya risalesinde vardır ki: Bir zaman şeytan, Hazret-i İsâ Aleyhisselâma itiraz edip demiş ki: “Madem ecel ve herşey kader-i İlâhî iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin.” Hazret-i İsâ Aleyhisselâm demiş ki:
“İnnelillahi en yahtebire ‘abdehu ve leyse lil’abdi en yahtebireRebbehu”
Yani, “Cenâb-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: ‘Sen böyle yapsan sana böyle yaparım. Göreyim seni, yapabilir misin?’ diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenâb-ı Hakkı tecrübe etsin ve desin: ‘Ben böyle işlesem Sen böyle işler misin?’ diye tecrübevâri bir surette Cenâb-ı Hakkın rububiyetine karşı imtihan tarzı, sû-i edeptir, ubudiyete münâfidir.” Madem hakikat budur; insan kendi vazifesini yapıp Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamalı.” (Lem’alar, On yedinci Lem’a.)
Şunu da ifade edelim ki, tedbir ve dikkat gerektiren her olayda Kader'i öne sürenlerin bu tavrı, Kader'e gerçekten inandıkları için değil, Kaderin arkasına saklanarak üzerlerine düşen görevi ihmal ettikleri içindir. Aslında onlar Kader'e inanmazlar. Çünkü Kader Allah'ın işidir ve bilinmez. Kulun görevi ise tedbir ve dikkattir. Kul görevini yapmalı, Allah'ın işine karışmamalı.
Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı!
Tekrar deneyiniz.
0 Yorum