2011 yılından itibaren güney komşumuz Suriye’den ülkemize malum nedenlerle göç dalgası başladı.
Kısa süre içerisinde yaklaşık 4 milyon kişi güney illerimiz ağırlıklı olmak üzere bir kısım büyük şehirlerde oluşturulan kamplarda barınmaya başladı.
İlk başta savaştan kaçan kadın, çocuk, hasta, yaşlı ve bunlara bakan aile bireylerinden oluşan kitlelerin göçüne sahne olduk.
Ardından, gücü kuvveti yerinde olan, ülkesi için savaşma ya da direnme yöntemini benimsemeyen, ailesinin geri kalanlarını Suriye’de bırakıp “yeni fırsatlar kovalama” niyetiyle gelen büyük bir kitle ile karşılaştık.
En sonunda ise Türkiye’de bulunanların, tüm aile bireylerini de çağırdığı ve artık kalıcı olarak Türkiye’de yaşamaya karar verdiği fiziki ve sosyolojik göçü yaşadık.
Elbette ilk başta yaşanan göç bir iltica idi. Yani göçenler “mülteci” olarak gelmişlerdi.
Ancak son zamanlarda artık Suriyeliler “fiilen mülteci statüsünü kaybetmiş olup göçmen statüsüne geçmiş” durumdadır.
Bu bağlamda göçmen ile mülteci arasındaki farka bakalım;
“Göçmenler kendi istekleri doğrultusunda farklı bir ülkeye gidenlerden oluşurken, mülteciler ise ülkelerini terk etme zorunda kalan ya da terk ettirilen kişilerden oluşur.”
Birçok Suriyeli ile konuşurken bu duruma şahitlik etmekteyiz, “Suriye’de Eset gitse bile, istediğimiz yönetim gelse bile, geri dönmeyeceğiz” şeklinde ifadeleri oluyor.
Gelelim kentlerdeki mülteci & göçmen etkilerine;
Ağırlıklı olarak yaşadıkları kentlerde ilk başlarda kamplar faal iken bir müddet sonra kamplarda kalma mecburiyetleri kaldırılıp, şehir merkezlerine bırakıldılar. Ucuz iş gücü, ucuz ev kiracısı, ucuz dükkan kiracısı olarak kısa vadede kent bünyesinde mikro ölçekte ekonomiye katkı sundular.
Madalyonun asıl yüzünde ise; Eğitim, kültür ve görgü seviyesi nedeniyle birçok asayişsizliğe neden olan azımsanmayacak bir orana sahip oldukları açığa çıktı. Ancak bazı şehirler, belediye ve valilik koordinasyonuyla derhal bu disiplinsizliğe dur dediler.
Popülist yaklaşan, sadece siyasi ikbal kaygısı güden yerel yöneticilerin olduğu şehirlerde ise “şehir, tamamen onlara teslim edildi” gibi bir görüntüye maruz bırakıldı.
Meydanlar, sokaklar, çarşılar, mahalle araları; Başı boş gezen, kapkaç yapan, uyuşturucu satan, gayrı meşru ilişki pazarlayan ya da hiç bunlar olmasa bile “gelen geçen kent halkına bakışlarıyla ve ses tonuyla huzursuzluk veren kişilerle doldu taştı.
Bu şehirlerin yerel yöneticileri akılları sıra Suriyelilere iyi davrandıklarını zan ederek, aslında en büyük kötülüğü yaptılar. Sadece Suriyelilere değil elbette, o kentin halkını da “kendi kentinde sığınmacıymış gibi” bir ruh haline büründürdüler.
-Asıl sorun budur.
-Yönetilemeyen her iyiliğin etkisi kocaman bir kötülüktür.
Çarşı pazarda şikayetçi olan ahaliyi ırkçı diye yaftalamak kolaydır, ancak disiplinsiz bir şehirdeki şikayet sahibi hiç kimse ırkçılıkla suçlanamaz.
Hatta yukarıda bahsettiğim gibi, bu disiplinsizlikle en büyük kötülük göçmenlere yapılmış oluyor.
-Göçmenlere kötülük yapmak ırkçılık ise, asıl ırkçılık budur.
Geri kalmış bir toplumu kendinize veya düzeninize, disiplininize alıştıracağınız yerde, kendinizi onlara benzeterek, onlarca yılda düzeltilemeyecek bir kötülüğe imza atmış oluyorsunuz.
Çözüm; Kent yaşamına saygılı yöneticiler, kentli yaşamına saygı göstermesi için disipline edilecek göçmenler.
Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı!
Tekrar deneyiniz.
0 Yorum