Önce şunu kesin olarak ifade edelim: Kur’an-ı Kerim, Allah tarafından Peygamberi Muhammed (ASV)’a Arapça olarak vahiyle indirilmiş Allah’ın kelamıdır. Bir harfi bile değişmeden günümüze kadar tevatürle gelmiştir. “Şüphesiz ki biz, Zikr’i (Kur’an’ı) biz indirdik ve şüphe yok ki biz onu muhafaza edicileriz.” (Hicr, 9.) Ayetinde de açıkça bildirildiği üzere, kıyamete kadar da Allah’ın koruması altında olacak ebedî bir mucizedir.
Kur’an’ın kendisine has bir yazı stili vardır. Açık tâ, yuvarlak tâ, okunmayan harfler, yazıda bulunup okunmayan elifler, vav ve yâ harflerinin elif yerine kullanıldığı kelimeler gibi daha birçok durumlarda Kur’an’a mahsus yazı tarzı olduğu göze çarpmaktadır. Vahiy kâtipleri ilk olarak nasıl yazmışsa bugün elimizdeki Mushaflar da aynı şekilde yazılmıştır. Örneğin “rahmet” kelimesinin sonundaki “tâ” harfi, genel olarak yuvarlak tâ ile yazılır. Ancak Vahiy kâtipleri, bazı ayetlerde yuvarlak tâ, bazılarında da açık tâ ile yazmışlardır. İlk yazıldığında hangi ayette açık tâ ile yazılmışsa bugün de o ayette açık tâ ile yazılmış, o zaman hangisinde yuvarlak tâ ile yazılmışsa bugün de aynı ayette yuvarlak tâ ile yazılmıştır. Tabiî, bu farklı yazılışın elbette hikmetleri ve anlamları vardır, şimdilik ona değinmeyeceğiz ama Kur’an’ın yazı tarzının bile harfiyen korunduğunu göstermesi bakımından dikkate değerdir.
Kur’an-ı Kerim, ayet ayet indirilmeye başladığı ilk günden itibaren titizlikle korunmuştur. Peygamber (ASV) nazil olan ayeti hemen iki vahiy kâtibine yazdırdığı gibi, onlara yazdıklarını okutmuş, ezberletmiş, müminlerin da yazmalarını ve ezberlemelerini emretmiştir. Adeta teksir edilmiş, yayımlanmış gibi birçok koldan yazılan, hem de müminlerin çoğu tarafından ezberlenen bir kitabın tahrifi, en küçük bir değişime uğraması mümkün değildir.
Peygamber (ASV)’ın yazdırma ve ezberletme ile Kur’an’ı korumada gösterdiği olağanüstü çaba, aldığı vahyin sonucu olduğu ayetlerden anlaşılmaktadır. Kur’an’da çok kullanılan “yazılmış belge” anlamındaki “el-Kitâb” ismi Kur’an’ın yazılmasının emr-i ilahi ile olduğuna yeterli bir kanıttır. Tur suresinin 2. Ve 3. Ayetlerinde, “Yayılmış, işlenmiş ince deri üzerine satır satır yazılmış kitaba” şeklinde yemin etmesi, Kur’an’ın ilk olarak yazıldığını belirttiği gibi, satırlarının ve üzerine yazılan deri sayfalarının dahi zikredilmeye değer olduğuna dikkati çekmektedir.
“O, elbette değerli bir Kur'an'dır, korunmuş bir kitaptadır. Ona temizlerden başkası dokunamaz. Âlemlerin Rabbi tarafından indirmedir.” (Vakıa, 77-80) Ayette geçen “dokunma” tabiri, dokunulacak olan Kur'an'ın bir şey üzerinde yazılı olması gerektirir. Çünkü ne Levh-i Mahfuz'daki aslına ne de hafızalardaki ezberlenmiş olan Kur'an'a “dokunma” diye bir şey söz konusu olamaz.
“O, Allah tarafından görevlendirilen bir resuldür ki, tertemiz mübarek sahifeler okuyor. Onlarda (sahifelerde) kıymetli kitaplar vardır.” (Beyyine, 2-3.) ayeti de Kur’an’ın sahifelerden oluştuğunu, bu ise yazılı Mushaf olduğunu göstermektedir. Çünkü suhûf (sahifeler) kavramı, sahifelerden oluşmuş kitap, yazılı metin demektir.
İlahi emir ve gözetim altında Kur’an’ın korunmasına yönelik olarak Peygamber (ASV)’ın yaptığı uygulamalardan biri de “arza” adı verilen her yıl Ramazanda Cebrail (AS)’la yaptığı mukabeledir. O zaman kadar gelen tüm ayetleri karşılıklı okuyup dinleme suretiyle sahabenin önünde gerçekleştirilirdi. Böylelikle elinde yazdığı nüshası bulunan sahabiler, takip ederek karşılaştırma yapma imkânı buluyorlardı. Peygamberimizin vefatından önceki son Ramazanında “arza-i ahire” (son arza) denilen bu mukabele iki kez gerçekleşmiştir. Hadis Kaynaklarında, sahabeden en çok vahiy kâtipliği yapan Zeyd bin Sabit’in (RA) ve Abdullah bin Mes’ud’un (RA) da arza-i ahireye katıldıkları rivayet edilmiştir. Bu uygulama, Müslümanların Ramazanda yaptıkları Kur’an okuma mukabelelerinin de temel dayanağıdır.
Kur’an zerre kadar şüphe bırakmayan kesin ve sağlamlıkta bir tevatürle hem yazılarak hem ezberlenerek, hem her gün okunarak nesilden nesile aktarılmak suretiyle günümüze kadar gelmiştir. Şeytanlar bunda en küçük bir kuşku oluşturamazlar. Okunma tarzları, makamları dahi tevatürle gelmiştir.
İstiklal marşı nasıl ki kabul edildiği 12 Mart 1921’de nasıl okundu ise, bugün de aynı makamla, hiçbir harfi dahi değişmeden aynı şekilde okunuyor; lafzının ya da makamının en küçük bir parçasının değiştiğine dair en zayıf bir şüphe bırakmayan bir tevatürle gelmiştir. Örnek olarak daha eskilere de gidebiliriz, asırlar öncesinde okunan mehter müziği, ilahiler, kasideler, gazeller, sadece cüz’î ve belli bir kesim tarafından öğretilip nakledildiği halde en küçük değişime uğramadığı herkesçe kabul ediliyor. Bu, şüphe bırakmaz bir tevatür iken, Kur’an’ın tevatürü onlardan binlerce kat daha kuvvetlidir. Çünkü İstiklal marşı veya diğer müzikler, sadece Türkiye ile sınırlıdır, oysa Kur’an dünya üzerindeki tüm Müslümanlarca okunup yazılmış, ezberlenmiş ve nesilden nesile öğretilmiştir. Kur’an, milyonlarca insan tarafından, babadan oğula, hocadan talebeye sadece teorik olarak değil, okunmasıyla, ezberlenmesiyle uygulamalı olarak nesilden nesile intikal etmiştir. Yani Kur’an’ın tevatürü yeryüzünde ve bütün çağlarda benzeri olmayan en yüksek düzeyde bir tevatürdür. Bu tevatür, ancak Kur’an’ın ilahî koruma altında olduğu ile açıklanabilir. Milyonlarca yıl öncesinden bu güne kadar bitkileri, şekil, desen, renk, koku ve tatlarıyla, tohumlarında ve çekirdeklerinde en küçük değişim olmaksızın muhafaza eden, yine milyonlarca yıldan şimdiye kadar güneş, ay ve yıldızları en küçük bir sapma olmadan uçsuz bucaksız fezada tayin ettiği yörüngelerinde dolaştıran, kusursuzca döndüren Allah, son peygamberine verdiği kitabını olağanüstü mükemmellikte kıyamete kadar korumaya kadirdir. Bu tibarla Kur’an’ın mucizevi korunması haktır, ve devam edecektir.
Yukarıda mealini verdiğimiz Hicr suresin 9. Ayetinde “ şüphe yok ki biz onu kesinlikle muhafaza edicileriz.” cümlesinde “muhafaza ediciler” anlamındaki “hâfizûn” kelimesi, Arapçada sadece insanlar için kullanılan “cem’-i müennes-i sâlim” denilen bir çoğul türüdür. İşte insana mahsus bu çoğul türü ile “muhafaza edicileriz” demesi, Kur’an hafızlarının ve onu öğreterek hassasiyetle aktaran Kur’an hizmetkârlarının bu korumada payları bulunduğuna işaret etmektedir.
İblis başta olmak üzere tuzak kuran, bahane arayan şeytanlar, o zamanın azılı müşrikleri, Yahudiler ve münafıklar, Kur’an’a hiçbir bahane bulamamış ve leke sürememişken, indirilişinden bindörtyüz yıl sonraki zamanın insi şeytanları O’na bahane bulmaya ve O’nu gözden düşürmeye çalışıyorlar. Unutulmamalıdır ki Kur’an’ın Yüce Arşına karşı hırlayanların O’na verebileceği bir zarar yoktur, sadece kendi boğazlarında kalır.
Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı!
Tekrar deneyiniz.
0 Yorum