Yürüyordu durdu adam, şimdi hastane olarak hizmet vermekte olan bu binada, yanı başında binanın kapısını gören kafeteryaya geçti ve oturdu. Görebildiği bütün açılarıyla binayı seyre koyuldu. Ömrünün bir kısmının geçtiği binaya bakıyordu. Delikanlılık döneminin geçtiği günleri hatırladı, öğrencilik yılları… Şimdilerde hastane olarak kullanılan binanın fakülte hali geldi aklına. Bir film şeridiydi ve geçiyordu gözlerinin önünden zaman. Tanpınar geldi aklına sonra. “ Ne içindeyim zamanın, Ne de büsbütün dışında, Yekpare, geniş bir anın, Parçalanmaz akışında.” Evet, orada, o anda, zamanın, yek pare geniş bir zamanın içindeydi işte. Boğazında bir düğüm oluyordu an ve her şey orada, binanın kapısının önünde oluyordu… O derinlere dalmış çayını yudumlarken bir delikanlı çıkıp geliyordu zamanın içinden, işte karşısındaydı ve ona bakıyordu…
Bir cezaevi aracı, biri rütbeli dört asker, bir şoför ve aralarında elleri kelepçeli bir delikanlı. Elleri kelepçeli fakültenin sınavına katılacaktı. Okuduğu fakültenin dördüncü sınıfındayken tanışmıştı cezaevi ile. Ve şimdi okulu bitirebilmek için iki hafta boyunca her gün gelip bu vaziyette sınavlara girecekti. Ve bugün ilk günüydü. Elleri kelepçeliydi üç katlı binanın üçüncü katına çıkacaklardı. Binanın önünde duran cezaevi aracından inmiş bir şeyler konuşuyorlardı, “açın kelepçeleri dedi delikanlı, açmazsanız bu vaziyette binaya girmeyeceğim.” Çevrede meraklı gözler, öğrenciler, arkadaşları…
Şubat’tan sonra olmuştu her şey. Yaşamın koskoca bir incinmeye dönüştüğü günlerden geçiyordu zaman, sıkıntılı günlerdi. Acıtan, kanatan, yaralayan günlerdi. Horlanan, hakaret edilen, alay edilen günlerdi. Acılar hüzünler, yıkımlar, hayal kırıklıkları savrulmalar… Bir sürü kırık dökük hikâyeler sonra. Bir sürü parçalanmışlık… Mağdurları vardı, aslında mağdur değil mağrurlardı. Bir de nemalananları vardı, akbabaları vardı. İddialarından vazgeçip imkânlara sarılanları, değerlerini ayaklarının altına alanları vardı. Paranın, siyasanın ve piyasanın cazibesine kapılıp yoldan çıkanları vardı. Misyonu unutup, vizyona bürünenleri vardı.
Şubat’tan sonra olmuştu her şey. Bir Şubat sonunda olmuştu. 28 Şubat… Bir Şubat soğuğu esmişti. Karabulutlar kaplamıştı her yanı. Millete bir müdahalede bulunulmuştu. Millette ayar verilecekti. Zira millet düşmanları idi. Bu millete balans ayarı için her şey yapılacaktı. Gerçi sonradan ayarı fazla kaçırdık falan diye günah çıkaranlar olmuştu… Bin yıl sürecek denmişti. Ne kadar sürdü, bu gün hala devam ediyor muydu, bitmiş miydi? Bugün 20 yıl sonra bu defa küresel sistemin 28 Şubat’ı ile karşı karşıya değil miydik ve küresel sisteminin hedefinde olan yine millet değil miydi? Sorular, sorular, sorular…
Zaman bir yumru gibi boğazında düğümlenirken o çayını yudumlamaya çalışıyordu. Konuşamayışını, yazamayışını, kelimelere dökemeyişini düşündü. Şubat aylardan bir ay değildi, bunu çok iyi bilmesi gerekiyordu ve unutmamalıydı. Çünkü her şey Şubat’tan sonra olmuştu…
Açtılar kelepçeyi ve girdi delikanlı binadan içeri. Suçu “mürteci” olmaktı, “dinci” olmaktı, “örgüt” mensubu olmaktı. Hâsılı büyüktü suçu. Çünkü Şubat’tan sonraydı ve Şubat aylardan bir ay değildi o zamanlar…
Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı!
Tekrar deneyiniz.
0 Yorum