Bediüzzaman, dünyanın birbirinden farklı üç yüzü bulunduğunu belirterek bu yüzlerin mahiyetini şöyle açıklamıştır: “ Birinci yüzü Cenâb-ı Hakkın esmasına (isimlerine) bakar. Onların nukuşunu (nakışlarını) gösterir. Mânâ-yı harfiyle, onlara ayinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubat-ı Samedâniyedir. Bu yüzü gayet güzeldir; nefrete değil, aşka lâyıktır. İkinci yüzü ahirete bakar. Ahiretin tarlasıdır, Cennetin mezraasıdır, (ekim yeri) rahmetin mezheresidir. (çiçek bahçesi) Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir. Tahkire değil, muhabbete lâyıktır. Üçüncü yüzü insanın hevesatına (gelip geçici heveslere) bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel'abe-i hevesâtı (heveslerin oyuncağı) olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü fânidir, zaildir, elemlidir, aldatır. İşte, hadiste varid olan tahkir ve ehl-i hakikatin ettiği nefret, bu yüzdedir." (Sözler, Otuzikinci Söz, İkinci Mevkıf.)
İşte dünyanın gaflet perdesiyle kaplı, heveslerin oyuncağı, fani, gelip geçici, elemli ve aldatıcı olan yüzü ne yazık ki çok cazibeli görünüyor. Para, altın, makam ve mevki bu yüzde bulunuyor. İnsanları birbirlerinden uzaklaştıran, dostlukları, samimiyetleri bitiren de bu yüzüdür. Kardeşi kardeşe düşüren, baba ile oğlu karşı karşıya getiren de budur.
Büyüklerimiz, “Dünya süslenmiş bezenmiş güzel bir gelin gibi herkese gülmüş ama kimseyle evlenmemiştir” diyerek dünyanın bu aldatıcı yüzüne dikkat çekmişlerdir.
Bununla ilgili olarak yine rahmetli babam, ibretli bir öykü anlatmıştı:
Bir adamın iki oğlu ile bir kızı vardı. Adam hayatı boyunca çalışıp çabalamış, kazancıyla bin tane altın biriktirmişti. Altınları ev halkından habersizce toprağın altına saklamıştı.
Yaşlı adam bir gün ağır bir hastalığa yakalandı. Hastalığı uzun sürünce ailesi ve çocukları ondan sıkılmaya başladılar. Adamın da iyileşeceğine dair ümidi gittikçe zayıflıyordu.
Bir gün oğullarından birisinin kulağına fısıldayarak: “Sen kal yanımda sana bir sırrımı vereceğim” dedi. Oğlu ile baş başa kalınca ona şöyle dedi:
“Senin kardeşin işi gücü güvercin uçuruyor, berduşluk yapıyor, senin kız kardeşin de istemediğimiz bir adama kaçıp evlenmiş, onların eline geçecek parayı çar-çur ederek oyun ve kumarda harcayacaklarını biliyorum, benim umudum sensin, falan yerde gömdüğüm bin altınım var ben öldüğümde sen onları kendine alırsın, kardeşlerine söyleme!”
Adamın hastalığı ağırlaşınca oğlu gidip altınları bulundukları yerden çıkardı ve başka bir yere sakladı. Bir süre sonra babası ölmedi iyileşti. Parasını oğlundan geri vermesini defalarca istedi ise de oğlu parayı vermedi ve yerini de söylemedi.
Günün birinde bu sefer parayı saklamış olan oğlu hastalandı. Babası günlerce paranın yerini söylemesi için ona yalvardı: “Bak yavrucuğum paramın yerini sadece sana söyledim, şimdi sana bir şey olursa altınlar toprak altında kalır gider!” dedi.
Babanın ısrarı üzerine oğlu nihayet altınların gömülü olduğu yeri babasına söyleyiverdi. Baba altınlarına kavuştu lakin bir süre sonra tekrar hastalandı. Oğlu, altınların yerini söylemesi için ne kadar babasına yalvardı ise de, baba bu sefer altınların yerini söylemeden öldü ve o bin altın toprak altında kalıp zayi oldu.
Dünya malı dünyada kalır. Dünyanın altınlarına güvenmemek lazımdır. Allah altınlara değer verseydi onları firavunlara vermezdi. Öyleyse ebedi âlemde fayda verecek, Esma-i Hüsna’nın tecelligâhı ve ahiretin tarlası olan yüzüne bakmalı onu tercih etmeliyiz. Hatta elde edilen para ve serveti de bu uğurda kullanmak en akıllıca olan yoldur. Kapitalistlerin putlaştırdığı parayı Müslümanlar hizmetkâr etmelidirler. Yoksa gömülü altınlar gibi hiç kimseye faydası olmaz.
İnsanlar arasında ne kadar paha biçilse de faniliği ve ölümü ortadan kaldıramayan hiçbir değer değerli değildir, ona bağlanmaya değmez. Ne yazık ki “dünya hırsı” ölümü unutturuyor, faniliği görmeye engel oluyor. O yüzden değersizler değer görmeye devam ediyor.
Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı!
Tekrar deneyiniz.
0 Yorum