"Öğretmenler günü" olarak kutlanan 24 kasım günlerinde öğretmenler duygu yüklü olur diye düşünüyorum. Öyle ki öğrencilerimizden, çocuklarımızdan, eşten dosttan ve arkadaşlarımızdan mesajlar, tebrikler, telefonlar geldikçe bu duygu yükü daha da artar ve bazı hatıraların depreşmesi ve akla gelmesi kaçınılmaz olur. Yıllar önce görev yaptığım bir ilköğretim okulunda bahçe nöbetçisi olduğum bir gün bir teneffüs saatinde yaşadığım bir hadiseyi, bir hatırayı bu gün paylaşmak istedim.
Duvarın arkasında parmaklarının üzerinde yükselmeye çalışıp öğrencileri seyretmek isteyen küçük bir kızın hadisesi...
Giyimi perişandı.Üstü başı kir, pas içindeydi.Arka topuğunun üstünden başlayıp ta yukarısına kadar çatlamış, lastik ayakkabı içindeki çorapsız ayakları, belli ki terden vıcık vıcık olmuş, kim bilir kaç kere yürürken ayağından çıkmıştı.
Eteğinin uç kısımları yer yer yırtılmış. Önüne kattığı, giyimi gibi perişan bir el arabasının içinde çöp bidonlarından çıkardığı üç beş naylon ve karton parçayla çok miktarda küflenmiş ekmek parçaları vardı. Ama belli ki çoğunlukla ekmek parçaları aramış ve bulmuş koca çöp bidonlarından. Sokağın ortasında durmuş okul bahçesinde oynayan öğrencileri seyrediyordu.
O kadar dikkatle bakıyordu ki okulun bahçesinde oynayan öğrencilere…
Küçük kız on yaşında ya var ya yok. Yaşı küçük ama yüklendiği işler çok büyük. Kendisine yüklenen yüklerin altında her ne kadar dimdik durmaya çalışsa da, kendisini incittiği her halinden belli oluyordu…
O’nun öğrencileri hayranlıkla izlemesini bir süre uzaktan seyrettim. O kadar dalmıştı ki, içinden neler neler geçirdiğini o an tahmin etmek çok zor değildi. Öğrencileri hayranlıkla izlemesi, belli ki onların yerinde olmak istemesinden kaynaklanıyordu. Bu küçük kızla tanışıp biraz sohbet etmek için oturduğum yerden kalkıp yanına gittim. Okulun bahçe kapısından çıktığımı görünce toparlanıp gitmek için davrandı. Biraz da telaşlandı. Belki de kendisine kızıp çıkışacağımı zannetti. Benim gülümseyerek kendisine doğru gittiğimi görünce yüzündeki korku ile karışık belirsizlik ifadesi biraz değişti ve o da gülümsemeye başladı.
“Merhaba” diyerek durdum yanında. Kendisi hiçbir tepki vermedi. Demek ki kendisine “Merhaba” dememe bir anlam verememişti. Bu anlam veremeyişinin altında çok anlamlar vardı aslında. Belli ki kendi çevresinde çocuklara kimse “Merhaba” diye hitap etmiyordu. Belki de onun için tepkisiz kaldı. “Ne yapıyorsun güzel kız” dediğimde daha da şaşırdı ama çabuk toparlandı bu kez. Kendisine “Güzel kız” demem hoşuna gitmiş olmalı ki, yüzündeki tebessüm arttı. “Hiiiç” diye bir ses çıkardı. “Çocuklara bakıyordum.” Bir büyük kişinin takınacağı bir eda ile demişti bu cümleyi. “Çocukları” kelimesiyle kendisini o gruptan bile saymadığı anlaşılıyordu. Aslında kendisinin değil de, başkalarının onu bu gruptan saymadığını kendisiyle biraz sohbet ettikten sonra anlamıştım. Çünkü okula gitmediğini, çok istemesine rağmen kendisini göndermediklerini, sabahtan akşama kadar sokaklarda dolaşarak çöplerden ekmek parçalarını topladığını ve bu ekmek parçalarını besledikleri ve geçim kaynakları olan ineklerine götürüp yedirdiğini bir bir anlattı bana. Altı kardeş olduklarını söylemişti. Herkesin bir görevi vardı. İki ablası süt satmaya çıkarken bir diğer ablası evde annesine yardım ediyormuş. Tek erkek kardeşi bu yıl okula başlamış. “O niye okula başladı” diye sorduğumda bütün masumiyeti ile “ O erkek” deyivermişti…”O erkek” demesi toplumun içinde bulunduğu durumu da gözler önüne seriyordu aslında… Kardeşi “erkek” olduğu için okula gönderilmiş, kendisi de “kız” olduğu için çöp bidonlarından ekmek toplamaya gönderilmişti. Üstelik “On” yaşında ve sokaklardaki “Onca” tehlikeye, her gün organ mafyalarının çocuk kaçırdığı haberlerine rağmen…
O kadar ağır yükler sırtına vurulmuştu ki…
O’nu gayet önemseyen bir tavırla okula davet ettim. “Gel, okul bahçesinde bak çocuklara. Hatta sen de onlarla oyna” dedim. Omuz silkti ve güldü. Biraz ısrar ettim arabasına baktı. “Kimse götürmez, korkma” dedim. Kapıdaki görevliye küçük kızın arabasına bakmasını söyledim. Elimi uzattım. Elini vermek istemedi. Israr ettim. Büyük bir ürkeklikle ağır adımlarla okulun bahçesine doğru yaklaştı. Ama birden durdu. “Amca ben gelmeyeyim ya” dedi. “Neden” diye sordum. Cevap vermedi. Israr etmedim. “Buradan her geçtiğinde gel okul bahçesinde dur, istersen oyna” dedim. Büyük bir heyecan duyduğunu hissedebiliyordum. Okula ve bahçede oynayan çocuklara bakarken gözlerinin anlattığı karşısında ezilmemek mümkün değildi. “Çocuklar benimle oynamaz ki.” Dedi. Ve devam etti “Benim üstüm başım iyi değil.”
Evet, doğru söylüyordu. Üstü başı iyi değildi. Çocuklar yadırgayabilirdi. O’nu incitirler korkusu ile ısrar etmedim. Giysileri yırtık ve kirli olmasına rağmen altın gibi bir kalbi olduğu her halinden belliydi. Pırıl pırıl parıldayan gözleri, okulu ve öğrencileri hayranlıkla seyrederken başta babası ve babası gibi düşünüp “Kız” çocuklarını okula göndermeyen bütün babalara “çok şey” anlatan mesajlar içeriyordu. Kim bilir belki de O, sokaklarda ekmek parçası toplarken, babası bir kahvede oyun oynamak ve çocuğun kazandığı paralarla aldığı sigarasını yudumlamakla meşguldü…
İnsanların, geçim sıkıntısı veya ekonomik yetersizliklerin arkasına saklanarak veya sebep ne olursa olsun çocuklarını okula göndermemelerinin ne kadar zalimane bir davranış olduğu bu küçük kızın durumundan anlayabiliyoruz. Zira o küçük çocuğun okul bahçesinde oynayan çocukları hayranlık ve gıpta ile seyretmesi bunu çok güzel anlatmaktaydı. O küçük kız babası ve babası gibi düşünüp davranan insanlara vaziyetiyle büyük bir ders vermekteydi.
Tabi anlayabilene…
"Öğretmen" unvanını hakkeden tüm arkadaşlarımın Öğretmenler günü kutlu olsun...
Afiyette kalın
Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı!
Tekrar deneyiniz.
0 Yorum