İlahiyat fakülteleri ilk kez 1949 yılında İsmet İnönü’nün emriyle kurulmuştur. İnönü, İlahiyat Fakültesinin kurulmasına ilişkin Maarif Nazırı Hasan Ali Yücel’e verdiği talimatla ilahiyat fakültesinde Felsefe, Psikoloji, Tarih, Sosyoloji, İngilizce veya Fransızca derslerinin okutulmasını istemiş, Nazır (bakan) “Aman efendim adı üzerinde burası İlahiyat Fakültesi ve halkın din adamı beklentisi var. Felsefe mantık sosyoloji mi öğreteceğiz sadece” deyince, İnönü: şöyle cevap vermiş:
“Hayır, elbette sadece bu dersleri okutmayacağız. Bunların önüne birer din kelimesi koyun, bu dersleri öyle okutunuz. Din felsefesi, din psikolojisi, din sosyolojisi, İslam tarihi, İslam hukuku tarihi gibi.”
Bunun, dine hizmet etmek yahut milletin dini ihtiyaçlarını karşılamak amacını güden masumane bir açılış olmadığını herkes biliyordu. Çünkü bütün hayatını İslam ve Kur’an’la mücadeleye adayan bu amansız İslam düşmanından masumane bir din hizmeti beklenemezdi. Zaten bu kararı verince, en yakın çevresi bile “Bu nasıl olur?” diyerek şaşkınlıklarını gizleyememişlerdi.
Kur’an’ın yasaklandığı, ezanın susturulup yerine Türkçe bir şarkı okutulduğu, ceberut bir tazyikatla Müslümanlara hayatın zehir edildiği, onların bütün haklarının “ezilmek” olduğu, “Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur.” diyen, iman ve Kur’an hizmeti için yola çıkan Bediüzzaman’ın zindan zindan dolaştırılarak hapis ve sürgünlerle cezalandırıldığı o zamanlar, İnönü’nün İlahiyat açma kararı, elbette müslümanların hayrına değildi. Kur’an’la mücadele edecek İslam düşmanı din adamları yetiştirmekti. İnönü’nün hedefi buydu. Ancak yine de ümidini yitirmeyen Müslümanlarda, “belki bunu zamanla İslam’ın lehine çevirebiliriz.” düşüncesi ve sevinci oluştu.
Bir süre İlahiyat Fakültelerinde Kur’an düşmanlarının uykusunu kaçıran güzel gelişmeler oldu, değerli din hocaları ve bilim insanları yetişti. Bu durum belki de kalbinde çürüklük bulunmayan samimi ve imanlı insanların İlahiyatlara rağbet etmesinin sonucuydu. Ancak zamanla durum tersine dönmeye başladı. Çürüklerin sayısı sağlam olanları geçti. Öyle bir duruma geldi ki asıl sağlam olanlar çürük sayılmaya, gerçekte çürük olanlar sağlam görülmeye başlandı. İnönü’nün hedefi gittikçe büyük ölçüde gerçekleşiyordu. İlahiyatlara hoca kılığında ateist ve deistler doluşmaya başladı.
İslam’a ve Kur’an’a ilk darbeyi Fetö vurdu. “Dinlerarası Diyalog” projesini uygulamaya kondu. İlahiyatlarda bu iş için tasarlanan ve hazırlanan zındıklar tarafından seslendirildi ve uygulandı. Kur’an düşmanlığının ilk adımı buydu.
Az da olsalar çok değerli, gerçekten ilim ehli olan ilahiyatçılarımızı tenzih ederim, sözüm onlara değil. İlahiyatlarda önce İslam’ın şiddetle reddettiği “cennetin kokusunu bile almaz” diye uyarıldığı “kibir hâkim oldu. Bir-iki rütbe elde eden kendini allame-i iki cihan görmeye başlıyor. İkinci adım olarak İslam âlimlerini ve sahabeyi itibarsızlaştırma çabası içine girdiler. Vaktiyle İlahiyatçı bir profesörden, Abdulkadir Geylani Hazretlerinden “Kado” diye söz ettiğini bizzat duymuştum. İtirazlara da “Ne âlimi, Kado diye bir sofidir” diye tekrar etmişti. Mezhep imamlarını, sahabeyi geçtik, Hz. Peygamber (ASV) ile boy ölçüşüyor hatta onu da beğenmiyor. Nihayet onlardan bir zındık Kur’an’ı da beğenmediğini itiraf etti.
Kibrin ve şeytanın yönettiği bu adamlar üçüncü adım olarak, “Kur’an İslam’ı” kılıfıyla hadislerde bahane bulmaya çalıştılar, sonra da hadis ve sünneti inkâr ettiler. Bendeniz bununla ilgili yazılar yazmış ve “Sünneti inkâr, Kur’an’ı ve İslam’ı inkârdır. Çünkü Kur’an, sünnetle sabittir. İslam’ın uygulamaya yönelik hükümlerinin en az yüzde sekseni sünnetle sabittir, hadisi inkâr, İslam’ı inkâr demektir.” Demiştim. Birçok değerli bilim insanlarımız da o zındıklara tepkilerini ortaya koymuş ve bu türden uyarılar yapmışlardı.
Kur’an düşmanlığında dördüncü adım ve projenin son aşaması da bizzat Kur’an’a saldırmak, olarak gerçekleşti. Artık Kur’an’ı inkârdan da çekinmiyorlar ve azgınlaşıyorlar. Kur’an-ı Kerim aslında bu duruma da işaret etmektedir: “Rabbinden sana indirilen, onlardan birçoğunun azgınlığını ve inkârcılığını kuşkusuz arttıracaktır. Kâfirler topluluğu yüzünden üzülme.” (Maide, 68.)
Diyalog teranesiyle ders ve yardım aldıkları efendileri İngilizler, Kur’an güneşini söndürme çabasında aciz kalmışken, bunların muvaffak olması mümkün değildir. Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğu apaçık ortadadır, Gözlerindeki hastalık nedeniyle O’nu göremiyorlar, gözleri kamaşıyor. Unutulmamalıdır ki dünyevi rütbesi ne olursa olsun Kur’an’a saldıran, mağluptur. Kur’an alemlerin Rabbı’nın koruması altındadır. Bu rezillerin yapabildiği tek şey, geçmişte olduğu gibi bu güneşe ayna olan ve onu yansıtan yürekleri kırmaktır. Yine de her bir ayna parçasında o güneş vardır.
Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı!
Tekrar deneyiniz.
0 Yorum