Persion Lessons (Umudun Dili) son zamanlarda izlediğim en muhteşem filmlerden biri. Bir Nazi toplama kampında bulunan Yahudi esirlerin uğradığı zulümler konu ediliyor. Hikaye malûm, ama işleyiş mükemmel. Seçilen mekanlar, kıyafetler, arabalar, silahlar, kişiler, yüzler, mevsim sanki 1940'ların Almanya'sından fırlayıp gelmiş. O kadar gerçekçi. Daima hayret etmişimdir, adamlar yapaylığa kaçmadan bu kadar eksikliği ve gerçekliği nasıl yakalayabiliyor? Bütün yüzlerde çaresizlik, tükenmişlik, hüzün, keder hakim. Başroldeki genç dışında umudu bekleyen, umudu besleyen yok. Kayıtları tutulan esirlerin hepsi kurşuna dizilerek öldürülüyor, isimlerinin kayıtlı olduğu defterler ateşe veriliyor. Ama umudu bekleyen genç bütün o 2840 ismi ezberlemiştir. Filmin final sahnesinde hepsini tek tek adıyla ve soyadıyla birlikte okuyor. O okurken jestleri, mimikleri, kirli sakalları, kurumuş dudakları, hüznü, gözyaşları, içinde oturduğu kahvehaneye benzer mekan, karşısındaki komutanın hayretli bakışları ve yanındaki bayanın telaşı, pencerelerden soluk şekilde görünen dışarısı gerçekten muhteşem. Son sahneyi defalarca izledim. Enfes bir müzikle birlikte canlandıran bu sahne dünya sinema tarihinde eşine az rastlanır bir final sahnesi. Filistin'in uğradığı zulmü bu şekilde anlatan bir filmimiz var mı, bilmiyorum. Sanat, gerçekleri gerçeklerden daha gerçek gösteriyor. Sanatın gücü. Sanat olmasaydı acıyı, trajediyi, yaşamı bu kadar derinden kavrayamazdı insan. Bu açıdan ne din ne felsefe sanata asla yetişemez.
*
Aniden, nedeni belirsiz bir öfke kapladı içimi. Daraldım. Belki de bir "mekr-i ilahi", yani ilahi bir tuzak. Karşımdakiler birdenbire düşman ve hasım kesiliverdiler gözümde. Yakalamak, parçalamak, ezmek istedim onları. Ancak güçlükle bastırdım bu duyguyu. Hâlâ huzursuz ve endişeliyim, nedenini bilmiyorum. İstem dışı ani çıkışlar, sinir krizleri, dalıp dalıp gitmeler, sabahlara kadar beyin kemiren düşünceler, uykusuzluk, garip düşler, derin suçluluk duygusu, yaratıcıya karşı duyulan zelil bir mahcubiyet, yarıda kalmış tasarılar... Bunlar depresyonun ilk belirtileri galiba. Arkeolog arkadaşım doktora, yani psikiyatriste görün diyor, ancak hayatımda en nefret ettiğim yer hastane. Belki de çocukluktan kalma bir fobi bu. Tek sığınağım, kitaplar ve yazarlar. Her kitap esrarlı bir âlem, bilinmeyene doğru açılan sihirli bir pencere. Bazı zaman onlar da tıpkı insanlar gibi çok kaypak ve değişken. Ama aynı zamanda bir günah gibi sevimli ve çekici. "Kitaplar mı, insanlar mı?" Şeklinde zorunlu bir seçime muhatap olsam, tercihim sanırım birincisinden yana olur. İnsansız yaşarım fakat kitapsız asla!
*
Eskiden Ramazan'ın bir tadı, bir manası, bir karşılığı vardı. Şimdi hiçbiri kalmadı. Çünkü eskiden ramazanı ramazan yapan bazı şeyler vardı: Teravihler, mukabeleler, sahurlar, imsaklar, cüzler, zikirler, kandiller... Yani neşeli bir ramazan kültürü vardı. Şimdi bütün bunlar boş gibi geliyor insana. Yapıyorsun ama tadı yok, tuzu yok. Öylesine işte! Sağolsun modernist ilahiyatçılar teravihleri bitirdi, mukabeleleri bitirdi, sahurları bitirdi, imsakları bitirdi, kandilleri bitirdi. Kısacası ramazan kültürünü bitirdi. Daha doğrusu dindarlığı ve din kültürünü bitirdi. Belki de onlar bitirmedi, modernlik denen şey bitirdi hepsini.
*
Padişah II. Murat tahtını henüz çocuk denecek yaştaki oğlu Fatih'e bırakıp, inzivaya çekilmiş. Onun için kendisine "sufi padişah" denilmiş. Sultan Murat'ın bu hareketi bana çok anlamlı gelir. Bazen düşünüyorum bizde de böyle bir şey olabilir mi acaba? Mesela yaşı seksene dayamış idareci büyüklerimiz "yeter artık bizden bu kadar, gençlere bırakalım" dese! Hayal gibi geliyor.
0 Yorum