İlkokul 5. Sınıftaydım. Her gün okuldan döndükten sonra benim için ikinci bir okul başlıyordu. Rahmetli babamdan Kur’an ve Arapça dersleri alıyordum. Bir taraftan da Kur’an yazısı öğrenmeye çalışıyordum. Babam günlük olarak yazı defterime Arapça bir cümle yazıyor ve benden o yazıya bakarak aynı şekilde iki sayfa doldurmamı istiyordu. Ben de iki sayfa dolduruyordum. Bu, günlük ödevlerimden biriydi.
Bir gün yanlışlıkla Arapça yazı defterimi okul çantasına koydum. Sınıfta ders kitap ve defterini çıkarmaya çalışırken Arapça defterini de çıkarmış oldum. Aynı sırada oturduğumuz yanımdaki arkadaşımın dikkatini çekti, bakmak istedi. Ben de göstermek istemiyordum. Çünkü öğretmenin fark etmesinden korkuyordum. Yine de arkadaşım defterimi çekiştirip, sayfalarını açtı ve çevirmeye başladı. Korktuğum başıma geldi, öğretmen bunu fark etti ve sıramıza yaklaştı. Defteri arkadaşımın elinden alıp baktı, sayfaları çevirdi. Arapça yazılarla dolu olduğunu görünce yüzü değişti; tebessüm kayboldu, yüzü asıldı. Hiddetle sordu: “Bu defter kimin?” Ben de korku içinde “Benimdir, öğretmenim!” dedim. “Niçin bu gerici yazıyı yazıyorsun? Niçin okula getiriyorsun?” diye bağırdı. “Yanlışlıkla çantamda kalmış” diyebildim. “Demek sen de bu gericilerin yazısını öğrenen geri kafalısın!” diyerek hakaretlerde bulundu.
Sonra beni tahtaya kaldırdı. Dolaptan büyük bir tahta cetvel çıkardı, “uzat ellerini!” dedi. Ben avuçlarımı açarak ellerimi uzattım. “Olmaz, ellerini çevir!” diye bağırdı. Ve elimin sırtına, tırnaklarıma defalarca vurdu. Dayanılmaz bir acı yaşadım. Ağlamaya başladım, bir kaç kez de kafama vurdu sonra, “Otur, bir daha bu gerici yazıyla uğraştığını görmeyeyim!” dedi. Bütün sınıf donup kalmıştı. Sonra sınıfa nasihat etmeye başladı: “Çocuklar, Atatürk bu gerici ve anlaşılmaz yazıyı kaldırdı, yasakladı ama hâlâ bununla ilgilenen geri kafalılar var! Bunlardan uzak durun!” dedi.
Uzun süre ellerimin acısı dinmedi, kalbimin acısı ise hâlâ dinmiş değil. O günden sonra artık okula gitmek istemiyordum. Babam okula gelip idareyle görüştü ama öğretmenin bana karşı tavrı değişmedi. Dini yaşantısı olan herkesin buna benzer acı bir anısı mutlaka vardır.
Öğretmenimiz, din düşmanlığında aşırı bir çizgide yayın yapan bir gazete alırdı; her gün bir arkadaşımızı bu gazeteyi almaya gönderirdi. Kitaptan bir yer gösterir, yazmamızı ister, kendisi de o sırada gazetesini okurdu. O zamanlar az bir kısmı dışında öğretmenlerin çoğu resmi ideoloji olan “Kur’an Düşmanlığı”na alet oluyorlardı. Yıllar önce Kastamonu’da Bediüzzaman’ı ziyaret eden bir grup liseli gençlerin “Bize Halıkımızı tanıttır; muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar” şeklindeki taleplerinden, dine karşı tavır takınan bir eğitim anlayışının bizden çok önceleri başlatıldığını anlıyoruz. Öğretmenlerin de milli ve manevi değerlere dayalı eğitim-öğretim yerine, dinden uzaklaştırmayı hedef edinen anlayışı gerçekleştirmekle görevlendirildiğini görüyoruz. Bu nedenle kimisi severek, kimi de korkusundan bu anlayışın bir parçası olmaya çalışan öğretmenlere kimse müdahale edemezdi veya biz öyle biliyorduk. Dinsiz bir nesil yetiştirmek için var güçleriyle çabalıyorlardı. Ama Allah’ın takdirinin önüne geçemeyeceklerini bilmiyorlardı. Allah’a inanmadıkları için, bu kâinatı sahipsiz, başıboş sanıyorlardı.
Din düşmanlığında sınır tanımayan kimi çevrelerin, öğretmenler günü ile ilgili kutlama mesajlarında öğretmenliğe “kutsal meslek” “peygamber mesleği” gibi kutsi bir dayanak yapıştırmaktan da geri durmadıklarını görüyoruz.
Yıllar sonra milletine sırt dönen milli eğitimin yönü değişti. O inançsız öğretmenlerin yerine Allah’a itaat eden, en azından dine ve dindarlara saygı duyan öğretmenler yetişti. Kur’an yazısına tahammül edemeyen, cetvelle tırnaklara vuran öğretmenler hedeflerine ulaşamadılar; Onlara inat Kur’an’ı ve yazısını öğreten öğretmenler ortaya çıktı. Bu, sabahın aydınlığı gibi bir şeydir; artık hiç kimse, karanlığı getiremeyecektir. Bir kâbusun sona erdiğini çok şükür gördük. Bu nedenle Kur’an’ı öğreten öğretmenlerden olmak bize mutluluk vermektedir.
İnsanlığın en büyük öğretmeni Peygamber (ASV) bir gün Mescidindeki iki meclise rastladı ve şöyle buyurdu: "İkisi de hayır üzeredir. Ama biri, diğerinden daha üstündür. Şunlar, Allah'a dua ediyor ve ondan bir şey istiyorlar. Allah dilerse onlara verir, dilerse onları men'eder. Şu diğer grup ise fıkıh ve ilim öğreniyorlar ve bilmeyene öğretiyorlar. Bu itibarla bunlar daha üstündür. Ben de ancak öğretmen olarak gönderildim." Hz. Peygamber (ASV) sonra ilimle uğraşanların arasına oturdu. (Sünen-i Darimi, Mukaddime, 32, Hadis no: 357.)
İlim Allah’ın sıfatıdır ve O’nun yüce isimlerinden biridir. Öğretmenlik ilim ve eğitim mesleği olduğu için, Yüce Allah’ın ve gönderdiği en büyük öğretmen Hz. Muhammed (ASV)’ın prensip ve kurallarına uygun olmalıdır. Yoksa bütün dünya değer verse de gerçekte değeri olmaz.
0 Yorum