Bir taziye. Sonra kitapevinde kitapların kokusu arasında gezinti. Bir dostla tatlı bir sohbet: kitaplar, yazarlar, klasikler, ölüm, din, cemaatler... Öğle, ikindi ve akşam namazları camide. Huşu kısmen. Havanın serin olması huşuyu besleyen amillerin en önemlisi. Bir dostun vefat haberi. Ani kalp krizi. Şaşkınlık, çaresizlik. Rabbim rahmet eylesin! Ecel geldi cihane baş ağrısı bahane.
Sadık Hidayet'in meşhur eseri "Kör Baykuş" bitti. Orijinal adı: Bûf-i Kûr. YKY'den. Çeviri güzel. Behçet Necatigil'in çevirisi. İnsanın iç dünyasının karanlık dehlizlerine doğru yapılan uzun bir yolculuk. "Hacı Aga" nasıl sosyolojik bir şaheser ise "Kör Baykuş" psikolojik bir şaheser. Biri toplum zindanını anlatır, diğeri benlik zindanını. Birkaç gün önce eserden bir alıntı paylaştım iltifat eden, ilgilenen olmadı. Mutsuz bir hayat, arı kovanı gibi ölümle meşgul bir kafa, hayatın amaçsızlığı, absürd, ezelî mağlubiyet ve nihayet trajik intihar. Henüz elli bir yaşında, Paris'te, bir otel odasında. Jung haklı galiba: "Tanrıya bağlanmayan bir birey dünyanın fiziksel ve ahlaki kışkırtıcılığına kendi kaynakları ile direnemez." Kör Baykuş modern İran edebiyatının en önemli eseri, bazı edebiyat eleştirmenlerine göre. Yıllarca yasaklıydı İran'da. Gençlerin itikadını bozduğu gerekçesiyle. Hala yasaklı mı, bilmiyorum. "İran'ın Kafkası" deniliyor Sadık Hidayet için. Güneşe dik bakmanın bedeli körlük, hayata dik bakmanın bedeli ölüm. Dik bakmayacaksın. Aracılar, yani oyuncaklar icat edeceksin kendine. Mal, mülk, para, çocuk, makam, ün, kariyer, ülkü, ideal gibi oyuncaklar. Yoksa... Meraklısı için kitaptan bazı fragmanlar aktarayım:
"Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar. Kimseye anlatılamaz bu dertler, çünkü herkes bunlara nadir ve acayip şeyler gözüyle bakar. Biri çıkar bunları söyler ve yazarsa insanlar yürürlükteki inançlara ve kendi akıllarına göre hem saygılı hem alaycı bir gülüşle dinlerler bunları. Çünkü henüz çaresi de devası da yok bu dertlerin. Tek ilaç şarap yardımıyla unutmaktır; afyonun ve uyuşturucu maddelerin sağladığı sahte uykudur. Ama ne yazık ki bu tür devaların da etkileri geçicidir, acıyı kesecekleri yerde çok geçmeden daha da şiddetlendirirler. Acaba bir gün bu metafizik olguların, ruhtaki bu kendinden geçme halinde ve uykuyla uyanıklık arasında beliren gölgeler yansımasının sırrı anlaşılacak mı?" (s.15)
"Bütün hayatımı bir salkım üzüm gibi avucumda sıkmak istiyorum, suyunu, hayır şarabını damla damla, gölgemin kurumuş boğazına akıtmak istiyorum, kutsal su gibi. Ama önce beni bu oda köşesinde tümörler gibi, kanserler gibi azar azar yemiş bitirmiş dertlerimi kağıda geçirmek istiyorum. Yoksa maksadım bir vasiyetname yazmak mı? Hayır! Çünkü ne malım var kadıya yedirerek, ne dinim var şeytana verecek. Hayat denen şeyden el çektim, bıraktım, pekala, gitsin elimden. Ben gidince de kim isterse okusun bu kağıt parçalarını. Ne gelecek umrumda, ne onlar. Yazıyorsam, yazmak ihtiyacı beni zorluyor da ondan. Mecburum, düşüncelerimi hayali bir varlığa, gölgeme bildirmek baskısını çok , pek çok hissediyorum. O uğursuz gölge lamba ışığında duvardan eğiliyor, yazdıklarımı dikkatle okuyor, oburca yutuyor sanki. Bu gölge benden daha iyi anlıyor onları. Fakat ben yalnız gölgemle konuşabilirim. Beni konuşmaya o zorladı, yalnız o anlar, kavrar şüphesiz. Varlığımın buruk şarabını damla damla onun boğazına sıkıp akıtarak, diyeceğim ki ona: işte benim hayatım!" (s.37)
"Hayat hikayemde önemli bir şey yok, başımdan çok ilginç olaylar geçmedi. Ne yüksek bir mevki sahibiyim, ne de sağlam bir diplomam var. Okulda hiçbir zaman örnek ve çalışkan bir öğrenci olamadım, başarısızlıklar her yerde buldu beni. Nerede çalışırsam çalışayım silik, unutulmuş bir memurdum; şefleri memnun edemedim. İstifa ettim mi seviniyorlardı. Bırak gitsin yaramaz! Çevrem böyle görüyordu beni, haklıydılar belki de." (s.81)
0 Yorum