Soykırım boyunca İsrail’in savaş ekonomisini ayakta tutan en önemli iki ülkeden birinin Türkiye olduğunun dünya tarafından konuşulduğu/tespit edildiği, bilindiği ve engellenemediği gerçekliğine şahit olmak ne acı. Yöneticilerimizin, bu işlerden dolayı soykırımcı olarak tarihe geçme ihtimaline aldırış etmeden, insani/vicdani en küçük bir irkilme yaşamamasına, bir mahcubiyet belirtisi vermediğine, şerefli insanlarda derin bir üzüntüye neden olduğunu umursamadığına, bunun, İsrail’in yaptıklarından daha kötü bir iş olduğu ve daha kötü sonuçları olduğu/olacağını bildikleri halde bu insanlık suçuna devam ettiğine şahit olmanın üzüntüsü, tüm kahredici çehresiyle önümüzde duruyor.
Filistin’i, Kudüs’ü terk edenleri unutmayacağız. O uğurda şehit olan Haniye’yi ve Nasrullah’ı, tüm şehitlerimizi ve bu soykırımı direkt ve dolaylı destekleyenleri unutmayacağız.
Gazze Çocuk Soykırımı’nı unutmayacağız.
İhanetlere, soykırımlara ve bir devrime şahit olunan bir çağı yaşıyoruz.
Kayıplarımız kıymetli ve o derece de değerli kazanımlar var. Gazze çocuklarının kanından, dünyaya bir devrim armağan ediliyor.
Bir yıl geçti. ABD, hep frenleyici bir ağlaklıkla durdu direksiyonda ama artık daha cüretkar.
Yaşananları hep birlikte izledik, izliyoruz. Ağır hava bombardımanları eşliğinde yürüyen ve adına savaş denen bir soykırım, müslümanım diyenlerin çoğunun desteğiyle sürdürülüyor.
İsrail, 7 Ekim’le, kendi itiraf ettikleri gibi varoluşsal bir tehlike içine girdi. Geri dönüşü olmayan bir yok oluş süreci.
7 Ekim’le dokunulmazlığı, caydırıcılığı, meşruiyeti yerlere serildi.
İsrail, artık güvenli bir yer değil. Bir an önce terk edilecek bir yer.
İsrail, artık vurulamayan bir güç değil; tüm hava üstünlüğüne rağmen vurulabilen bir yer.
İsrail, artık yaptığı cüretkarlıklarına karşılık verilmeyecek, sabredilecek bir güç değil; yaptığı her şirretliğe anında cevap verilecek güçsüz bir aktör.
İsrail, artık zinde ve enerjik değil; risk altında, yıpranmış, yorulmuş, umudunu kaybetmiş, terk edilmesi gereken güvensiz, dağılmış bir halde.
İsrail, ne Gazze’de, ne Lübnan’da karadan ilerleyerek tam hakimiyet sağlayabilecek bir güç değil; tam tersine Telaviv’e doğru karadan direnişi bekleyen bir konumda…
Artık yapmamız gereken, üzerinden bir yıl geçen soykırıma rağmen, mücadeleden, daha güçlü şekilde çıkan direnişin küresel nitelik/meşruiyet kazandığının bilincinde olmak ve İsrail'in varlığı ile başlayan sürecin bölgesel ve küresel muhasebesini yapmak ve bu cerahatın artık bu vücuttan koparılması gereğinin ertelenemezliğini, gerçekleşene kadar gündemden düşürmemektir.
Birçok veçhesi ile ele alınması gereken 7 Ekim Devrimini, yıl dönümü dolayısıyla iki ana başlık altında değerlendirmek istiyorum.
Birincisi;
Bu ve benzeri savaşların kazanımlarını/kazananlarını, ölüm ve yıkım miktarı, silah gücü ile belirleyemeyiz. -Kaldı ki, bu açıdan bile düşmana önemli kayıplar verdirilmiştir.- Stratejik derinlik ve varoluşsal irade ölçü alınmalıdır.
İsrail’in varoluşsal derinliği ve iradesi yenilmiştir.
Stratejik yetenekleri dökülmüştür.
7 Ekim’in dönüştürücü ve uzun vadeli çoklu etkileri/sonuçları olacak.
7 Ekim, dünyanın İsrail’e ve Filistin’e bakış açısını, küresel anlamda değiştirmiştir. Bu çok çok ciddi bir kazanımdır ve bu sonuçlar, tüm dünyayı olumlu yönde etkileyecek insani kazanımlardır.
Ayrıca tek kutuplu emperyalist dünya düzenine ciddi/varoluşsal bir darbe niteliği taşır. Düşmanın, varoluşsal bir savaş veriyoruz itirafı, bu bağlamda önemli bir itiraf ve tepite tekabül eder.
İkincisi;
Bölgemizin ve dünyanın Filistin sorunu değil; İsrail sorunu diye bir sorunu vardı/r. Bu sorun; ilk defa, 1979 İslam Devrimi ile Arap-İsrail, Filistin-İsrail gibi lokal algılarla sunulan tuzağı deşifre etmiş ve 7 Ekim’le birlikte bu ifşa küreselleşmiştir.
Kim inanabilirdi ki; Batının en ücra köşesindeki bir üniversite öğrencisinin, hocasının;
Kahrolsun İsrail
diyeceğini.
Şimdi söylüyorlar.
Bütün dünya, İsrail’in gayrimeşru, soykırımcı küresel iradenin yanlış yere kondurduğu bir aparatı olduğunu, apartheid bir terör oluşumu olduğunu gördü. Mühimmat ve diğer tüm maddi unsurlar açısından uçurum denebilecek bir orantısızlığa ve Batı Bloku’nun katılımı ve desteği ile gerçekleştirilen soykırıma rağmen ayakta durabilen sarsılmaz bir irade karşı karşıyadır ve bu defa iyiler, ne kadar uzun sürerse sürsün, kazanmaya başlamışlardır. Bu irade teslim olmadıkça, ayakta durdukça, kararlı bir varoluşu başarabildiği sürece mağlup sayılamaz.
Başka bir deyişle; bir daha asla Zeyneb’i esir alamayacaksınız.
LÜBNAN NEDEN ÖNEMLİ?
Aslında İsrail/ABD-Hizbullah karşılaşması, artık ABD-İran karşılaşmasıdır denebilir. Bu bir başlangıç ve bundan sonraki gelişmeleri öngörmek, yeni konjonktürün nereye evrileceğini kestirmek zor olacak.
El değmişken ve Lübnan’da yakalanan psikolojik üstünlük varken; Lübnan’ı sarsma ve direnişi geriletme ABD’ye de cazip geldi ve İsrail’e onay verildi. Gazze soykırımının aynısı orada da başladı ve devam ediyor. Tabii ki, sadece Lübnan’da içeriye oynamakla kalmayan ABD, İran için de çeşitli iç karışıklıklar planlıyor ve İsrail, bir aptallık yapmazsa, ABD, seçimlerden sonra İran nükleer tesislerine saldırı için ikna olmuş veya olacak gibi duruyor. Seçimleri kimin kazanacağının bu konjonktürü ne oranda değiştireceğini şimdiden söylemek zor olsa da durum bu.
Öte yandan Amerikan rejiminin Beyrut Büyükelçisi Lisa Johnson’un, Lübnanlı siyasi gruplardan Hizbullah sonrası döneme hazırlanmalarının tarzındaki açıklamaları, Batı Blokunun, özellikle de ABD’nin artık iyice işin içine girdiğinin göstergesi.
Hesap bu. Yani iç karışıklık. Daha önce yaptıkları, denedikleri her yerde bu düğmeye bastıkları anlaşılıyor. Suriye’de, Irak’ta, İran’da ve şimdi de Lübnan’da. Ancak tüm şartların eskisi gibi olmayacağı, velev ki Hizbullah sonrası gibi bir durum mümkün olsa bile Lübnan’ın, Hizbullah öncesi bir konjonktüre evrilemeyeceğini de bilmiyor gibi yapıyorlar. Anlaşılan şanslarını, her kulvarda denemeye niyetliler…
*
Vaat-2’nin kafa karıştırıcı ve sarsıcı etkisi de bu yanlış gidişatta etkili olmuş olmalı. Bir acele ve özensizlik seziliyor. İsrail’in karadan ilerleyemeyeceği, hatta tam tersine Lübnan direnişinin işgal altındaki topraklarda kara harekatlarını genişletebileceği gerçekliklerin, soykırım cephesini ürküttüğü söylenebilir. Hem Gazze’de direniş hala ayakta ve Telaviv’e kadar füze yollayabiliyor, hem Hizbullah, daha derinlikleri ve artan oranda vurmaya devam ediyor. İsrail/ABD ise karadan girme başarısızlığının acısını her zaman olduğu gibi sivillerden, tutsaklardan, binalardan çıkarıyor.
Bunca soykırım ve yıkıma rağmen, savaşı galip bitirme gibi bir seçenekten oldukça uzaklaşan İsrail, giderek el yükseltiyor ve Lübnan’da istediği onayı alıyor. Ancak, Hizbullah, sarsıcı darbelerin üstesinden geldi ve toparlandı. Lübnan’a karadan giremeyen Netanyahu, çareyi iç karışıklıkta gördü ve Lübnan halkına ama aslında Lübnan içinde ki muhalif gruplara, Hizbullah’a karşı ayaklanma çağrısında bulundu.
ABD’nin Lübnan’ı yeniden dizayn etmek ve yeni bir cumhurbaşkanı seçerek ve Hizbullahsız bir denklem kurarak ilerleme gibi bir hedefi var. Ancak, Hizbullahsız bir Lübnan mümkün değil. Hizbullah, artık Lübnan’ da ana unsur. Yaşanan süreçlerin ve mevcut konjonktürün böyle bir şeyi yakın vadede mümkün kılması beklenmiyor.
Öte yandan Vaat-3 -eğer öyle isimlendirilirse- nasıl bir kapsama ve niteliğe sahip olacak, sorusu, ertelenen İsrail’in karşı hamlesini etkilediği gibi mevcut gidişatta da başat ölçüt olarak orta yerde duruyor. Mossad karargahının bahçesine atılarak işaret edilen Vaat-2’de ki füzelerin veya daha güçlü olan füzelerin, bu defa da bahçeye atılacağını ya da İsrail’in nükleer tesisleri, su arıtma tesisleri gibi önemli merkezlerinin de kapsama alınmayacağını kim iddia edebilir?
ABD de, İran’da, Lübnan ile başlayan savaşın, artık İran-ABD karşılaşması olduğunun gayet net olarak bilincinde.
ABD, ateşkesten vazgeçti ve savaş, genişleyerek devam edecek. Sonuç, İsrail’in ne kadar dayanacağı ile ilgili. Bir yıl mı, iki yıl mı, beş yıl mı?
Ne kadar sürerse sürsün; 7 Ekim 2023’te, İsrail’in siyasi bir varlık olarak yaşamına/yaşamasına son verilmiştir.
0 Yorum