Kalabalıklar, kalabalıklar, kalabalıklar… Kalabalıklar arasındayız, o kadar kalabalık ki; ben nerede, biz neredeyiz diye sormaya bile mecalimiz yok. Bulamıyoruz kendimizi, ulaşamıyoruz bir türlü kendimize.
Gürültünün ortasındayız; konuşmalar, uğultular, homurtular arasındayız, kendi sesimizden başka her sese kulak kesiliyoruz. Ve fakat kendi sesimizi duyamıyoruz…
Zamanın kalabalığını yaşıyoruz. Oysa biliyoruz; geldik, gidiyoruz, geçiyor zaman. Yalnız geldik bu dünyaya yalnız gideceğiz… Kalabalıklar içinde kaybolmamak için Gayb ile olmaya geldik. Ve fakat olamıyoruz, yapamıyoruz, sürekli olarak bir telaşı yaşıyoruz, uğraşıyoruz, koşturuyoruz, hızın ve hazzın çarkları arasında yavaşlayamıyoruz. Zaman kâfi gelmiyor, yaşıyoruz… Ve fakat hayat bulamıyoruz…
Korolara dâhil oluyor; sololardan kaçıyoruz. Hikmetin biraz da kalabalıklardan uzakta olduğunu biliyoruz aslında ama gene de korkuyoruz kalabalıklardan. Korolardan uzaklaşarak soloların, kendimize has sesini duymaya cesaret edemiyoruz…
Sessizliğe, sessizliğin sesine kulak kesilemiyoruz. Oysa biliyoruz, duyulmaya en fazla layık olan ses sessizliktir çoğu zaman. Sükûtun sesine, sessizliğin sükûtuna, sükûtun sükûnetine b/ulaşmamız gerekiyor. Ve fakat ulaşamıyoruz… Korkuyoruz sessizlikten.,,
Ben yok, biz var; “biz”lerden kurtulamıyoruz. Kitleler, herkesler, bizler, çokluklar, kalabalıklar… Herkesin içinde ve herkesler tarafından kuşatılmışız. Biricikliğimizin, benimizin, kendimizin, kendiliğimizin, kend’özümüzün önünde devasa kaleler, aşamıyoruz. Uzaklaşıyoruz kendimizden, kalabalıklara karışıyoruz.
Kalabalıkların kabalığını yaşıyor, yaşanılası hayatı şaşılası hale getiriyor, zorlaştırıyoruz… Çok fazla meşgulüz; çok fazla çalışıyoruz, çok fazla konuşuyoruz, çok fazla biliyor, çok fazla eyliyor, çok fazla oluyoruz… Ve fakat bil ’emiyoruz, eyle ’yemiyoruz, ol’amıyoruz; yaşam baştan ayağa bir kalabalığa dönüşüyor, tüketiyoruz, tükeniyoruz…
Eşyanın, dünyanın, insanın ve nihayet kendimizin kalabalığını yaşıyoruz. Bu kadar kalabalığın arasında inceliği yitiriyoruz, güzeli, güzelliği, zarafeti yitiriyoruz. İyiye ve iyiliğe dair ne varsa kalabalığa mahkûm hayatlarımızdan kaçıyor, terk ediyor bizi, yitiriyoruz...
Yabancılaşıyoruz, kalabalıklar arasında kayboluyoruz. Bizi hayata bağlayacak, bize yaşamı hayat kılacak, kendi sesimize, kendi hikâyemize, kendi kelimelerimize ulaştıracak bir yola ihtiyacımız var. Ve fakat yol bulamıyoruz, yol olamıyoruz yoldan sapıyoruz. Ölüyoruz…
Dünya ve insan ve biz çok kalabalık; her geçen gün daha iyi anlıyoruz. Yalnızlığımıza sığınmak istiyoruz, her şey gibi yalnızlığımız da kalabalık. Dışımızın kalabalıklarından içimize sığınalım, çekip alalım kendimizi, içimize, ruhumuza dönelim istiyoruz. Ve fakat içimiz de dışımız gibi kalabalık korkuyoruz…
Acılarımız, acılarımız da kalabalık… Acılarımızın kalabalığından, başkasının, ötekinin acısını duyamıyoruz. Hüznümüz bize yetiyor, başkalarının hüzün ve kederlerine kapatıyoruz kendimizi. Kalabalıklarda yakınız birbirimize ama çok uzağız. Hem kalabalık ve yakın ve fakat hem ıssız ve kimsesiz ve uzağız birbirimizden. Uzaklaşıyoruz, dışımızdaki kalabalıklardan içimizdeki yalnızlığa ulaşamıyoruz…
Haz ve hızın kalabalığından kurtulamıyoruz. Habire koşuyor, habire bir telaş; yavaşlayamıyoruz. Başkalaşıyoruz, yabancılaşıyor, hatırlayamıyoruz kendimizi, unutuyoruz. Oysa biliyoruz; yalnızlık gerek insana ve yalnızlık en büyük sermayesidir insanın. Kalabalıkların gürültüsünden çekip almaktır kendini, kurtarmaktır, bulmaktır yüreğini… Kurtaramıyoruz, yitiriyoruz yüreğimizi…
Yalnızlığa, sessizliğe, bizi kendimize getirecek, büyük Yalnız’a dost kılacak, yakın kılacak yalınlığa muhtacız. Ve fakat korkuyoruz yalnızlıktan. Kalabalıklardan kaçmamız gerekirken, kalabalığa kaçıyoruz… Yaşatan, olduran yalnızlıktan; öldüren tüketen kalabalıklara mahkûm ediyoruz kendimizi. Kalabalıklardan yalnızlığa ulaşamıyoruz bir türlü… Korkuyoruz…
0 Yorum