İnsan nasıl ki doğal olarak annesini sever, çocuklarına şefkat eder; bu sevgi ve bağlılık fıtridir; aynı şekilde kulun Rabbine olan sevgisi de fıtridir. Kul ve Rab ilişkisi, çocuk ve anne ilişkisinden çok daha güçlü ve doğaldır. Bu fıtri ilişkiyi ifade etmek üzere Kur’an’da “Yemin olsun ki insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz, biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf,16) buyurmuştur.
Evet, insan fıtraten Allah’ı sevmekle donatılmıştır. İnsan her ne severse sevsin sevgisinin temelinde güzellik, iyilik veya mükemmellik vardır. Ya güzel olduğu için, ya iyilik olduğu için ya da mükemmel olduğu için sever. Her insanın sevdiği “güzellik, mükemmellik ve iyilik” aslında Allah’ın “Cemal, Kemâl ve İhsan” sıfatlarıdır. Çoğu insan bilmeden Allah’ın sıfatlarını sevmiş olmaktadır.
İnsanda Allah sevgisi insanın doğasında bulunduğu için elbette ve fıtri bir zorunluluk olarak Allah’ın elçisini de sever. Allah’ın eseri ve harika sanatlarının sergi alanı olan “tabiat”ı herkes sevmiyor mu? Allah’ın eserlerini sevmek, O’nun elçisini de sevmeyi gerektirir. Allah elçisini sevmek de fıtridir. Fıtratı bozulmamış olan herkesi Allah Resulu kendisine çekmiştir. Aklın alamayacağı bir cazibe ve bağlılık ortaya çıkmıştır. Onun içindir ki sahabelerin Resulullah’a düşkünlüğü ve bağlılığı gören veya duyanlara parmak ısırtmıştır. Kendisiyle her konuşmalarında içtenlikle: “Anam babam sana feda olsun ya Resulallah!” diyorlardı. Resulullah’ı duyan çocuk, büyük, kadın herkes, her türlü tehlikeyi göze alarak bir an önce O’na gitmek ve Onunla buluşmak istiyordu. Fıtratı bozulmuş müşrikleri asıl ürküten de Allah Resulü’nün bu çekiciliği ve insanların O’na düşkünlüğüydü.
Sahabeden Abdullah el-Müzenî, Resulullah’ın çekiciliği ve Sahabenin O’na düşkünlüğünü göstermesi bakımından güzel bir örnektir.
Asıl adı Abduluzza olan bu zat, Medine’ye yaklaşık 90 km uzakta yemyeşil bahçeleri ve soğuk sularıyla ünlü Verikan köyünde yaşayan el- Müzeyne kabilesindendir. Yoksul bir anne ve babanın çocuğu olarak dünyaya geldi, çok küçük yaşlarda iken babası vefat etti. Arkasından hiç miras bırakmadı. Varlıklı olan amcası onu himayesine aldı, kendisine çok iyilikler yaptı, koyunlar, develer, hatta köleler verdi. Ama o, bunlardan ziyade Allah’ın elçisini görmek, ona tabi olmak istiyordu. İlgisini çeken buydu, mal-mülk değildi. Resulullah’ın Medine’ye geldiğini duymuş bir an önce onun huzuruna çıkmak için can atıyordu. Ama amcasından çekiniyordu, ona gücü yetmiyordu. Bir kaç yıl amcasının da merak edip Resulullah’a iman etmesini bekledi ama amcası hiç oralı olmadı.
Artık daha fazla dayanamadı ve amcasına konuyu açtı: “Amca, yıllardır senin Müslüman olmanı bekledim, Ancak senin bunu hiç düşünmediğini görüyorum. Bana izin ver de ben Müslüman olayım!” dedi. Amcası hiç beklemediği bu sözlere çok öfkelendi. “Vallahi sen Muhammed’e tabi olursan sana verdiğim her şeyi senden alırım, üzerindeki elbiselerini bile soyarım!” dedi. Bunun üzerine o da: “Vallahi sen ne yaparsan yap ben Müslüman oldum, Muhammed’e tabi oldum ve puta, taşa tapmayı terk ettim!” dedi.
Amcası kendisine verdiği tüm iyilikleri elinden aldı, elbiselerini de soydurdu ve çıplak halde onu ortada bıraktı. Eve gitti, evinde hiçbir giyeceği yoktu. Yalnız kaba kıldan dokunmuş bir çuval vardı, annesi çuvalı iki parçaya ayırdı bir parçasını alt, diğerini üst giysi olarak bedenine sardı sonra da hiç beklemeden Medine’nin yolunu tuttu.
Sabah namazı vaktine yakın Mescid-i Nebevî’ye vardı, orada bekledi. Resulullah (ASV) sabah namazına kıldırıp cemaate dönünce garip kılıklı o genci gördü, ona bakıp “Sen kimsin?” diye sordu. Adının Abduluzza olduğunu söyledi, başından geçenleri Resulullah’a anlattı. Peygamber (ASV) “Hayır, bundan sonra sen iki çullu Abdullah’sın! Bana hep yakın dur” buyurdu. Peygamber (ASV) kendisini çok sevdi. Mescid-i Nebevide kalıyordu, Resulullah (ASV)’dan Kur’an öğrendi ve her gün gür sesiyle Kur’an okuyordu. Sahabe arasında “iki çullu” anlamına gelen “Zü’l-Bicadeyn” lakabıyla meşhur oldu.
Tebük savaşına çıktıklarında Resulullah’ın yanındaydı. “Ya Resulallah, bana dua et de ben şehid olayım!” dedi. Resulullah (ASV) elini açıp “Allah’ım, ben Zülbicadeyn’in kanını kâfirlere haram kıldım!” şeklinde dua edince, “Ya Resulallah, benim isteğim bu değildi!” dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (ASV): “Ey Zülbicadeyn, Allah yolunda bir savaşçı olarak yola çıktığında hummadan (ateşli hastalık) da ölsen sen şehidsin!” buyurdu. İki gün sonra ateşli bir hastalığa yakalandı ve vefat etti. Peygamber (ASV) gece vakti meşale ışığında onu kendi elleriyle kabre indirip yerleştirdi ve: “Allah’ım ben Zülbicadeyn kulundan razı oldum, sen de ondan razı ol!” diye dua etti. Orada bulunan sahabenin âlimlerinden Abdullah bin Mes’ud şöyle demiş: “O zaman ben keşke bu kabrin sahibi ben olaydım, diye içimden geçirdim!” (İbn Sa’d, Tabakatu’l-Kübrâ, cilt.5, sayfa: 139-140)
Zamanımızda Resulullah (ASV)’ın çekiciliğine kapılan, çoluk-çocuk ailece hayatlarını bu uğurda feda eden ve sahabeye benzeyen bir kavim olarak Gazzelileri görüyoruz. Allah şehadetlerini mübarek, milletçe onları muzaffer kılsın. Allah Yahudileri mağlup ve zelil kılsın. Amin.
0 Yorum