Geçen hafta Mazıdağı ve Çınar’da meydana gelen anız yangını faciasında 15 kardeşimiz vefat etti, ayrıca önemli bir kısmının henüz hasadı yapılmamış 15 bin dekar tarım arazisi kül oldu. Bine yakın küçükbaş hayvan telef oldu. Yangında vefat eden Müslümanlara Allah’tan rahmet, ailelerine ve yakınlarına başsağlığı ve sabır diliyorum. Bu faciada elbette mal önemli değil, mal geri kazanılabilir ama kaybedilen canları geri getirme imkânı yoktur.
Her yıl ekin hasadına yakın zamanlarda Cuma hutbelerinde, yazılı ve görsel basında anız yakmama konusunda vatandaşlar uyarılır ama ne yazık ki birkaç istisna haricinde gereği yapılmaz. Birçok noktada tehlike saçan, facialara yol açan anız yangınları devam eder. Bu da uyarıların hiç dikkate alınmadığını göstermektedir. Bu yılki gibi can kaybına yol açmamış olsa da ilk tutuşturulan tarlayla sınırlı kalmayıp kontrolden çıkması sonucu henüz hasadı yapılmamış tarlara da sirayet edip yakıyor, yüksek meblağda hasarlara ve haksızlıklara yol açıyor. Kur’an-ı Kerim’de şeytanın ateşten yaratıldığının bildirilmesi, ateşin de şeytan gibi sinsi olup kontrolden çıkabileceğine, bu durumda başa çıkılmaz bir tehdide dönüştüğüne dikkat çekmek içindir.
Anız yakma işleminin faraza hiç kimseye bir zararı olmasa da cinayet hükmünde büyük bir günah olduğu kesindir. Çünkü o tarlalarda yaşayan binlerce çeşitli türlerde canlılar diri diri yanmaktan kurtulamıyorlar. Ama ne yazık ki içimizde bazıları, gözlerini hırs bürüdüğü, kendi çıkarlarını her şeyin üstünde gördükleri, ahiret inançlarındaki sorun nedeniyle dini uyarıları da dikkate almadıkları ve cezalar da caydırıcı olmadığı için, her yıl anız yakmaktan çekinmeyerek binlerce canlının cayır cayır yanmasına sebep oluyorlar. Bu Yahudi ahlakına sahip sorumlular her kimse, mutlaka caydırıcı bir şekilde cezalandırılmalıdır.
Oysa biz, Müslümanlığı hakkıyla yaşamaya çalışan bir millet idik. Müslüman olduğumuza hamd ederdik. Bütün muamelelerimizde bütün işlerimizde Kur'an ve sünneti esas alırdık. Yolumuzu onlar belirlerdi. Hastalığımızda ve her sıkıntımızda onlara başvurur, çareyi onlarda bulurduk. Kur'an ve sünnetin emirlerine zararımıza dahi olsa harfiyyen uyardık. Âlimlerimizi saygıyla dinlerdik. Meclislerinde bir hadis okunduğu zaman akan sular dururdu, dikkat kesilir onu uygulamaya koyardık. Her sabah her evden Kur'an sesi gelirdi. Her işimizde besmele ile başlardık, onun için Allah’ın Rahman ve Rahim isimleri dolayısıyla merhameti ruhumuza sinmişti, biz de milletçe insanlara ve diğer tüm canlılara merhametli olurduk. Ağaçlarda kuşlara yuva yapacak kadar merhametliydik. Karıncayı bile incitmez, insanlar kadar hayvanları da düşünürdük. Her çeşme başına, suyun olduğu her yere insanlar için olduğu kadar, bir de hayvanların su içmesi için yer yapardık. Şahsi çıkarlarımızı toplum yararına feda ederdik. Toplumun menfaati uğruna şahsi çıkarların sözü bile olmazdı. Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz içindik. Böylelikle İslam ahlakını rehber edinmiş, onu en üstün değer olarak görürdük.
Sonra iklim değişikliği dedikleri değişim gibi içimizde bir değişim başladı. Manevi bir buhran, toplumumuzu sardı. Bizi biz yapan İslam ahlakı gömleğini yavaş yavaş çıkarmaya başladık şahsi çıkarlarımızı toplum yararının önüne koyduk, içimizde acımasızlık ve zulüm artmaya başladı. Çokları bırakın hayvanları, insanları da düşünmez oldu. Kimileri buğday biçtikten sonra tarlayı kurumuş otlardan temizlemek kolaylığına kaçtığı için ateşe verdi, orada binlerce börtü böcek, haşere ve çeşitli türden hayvanları diri diri yandığını düşünmeden acımasızca. Hani Peygamberimiz "Ateşle ancak ateşin rabbi azap eder!" (Ebu Davud, Cihad, 122.) buyurarak bizi uyarmıştı?.. Ne ara böyle zalim bir kavim olduk bilmiyorum. İslam ahlakını terk ettiğimiz için büyüklerimizin uyarılarını da dinlemez olduk. Fedakârlık, isâr (Müslüman kardeşini kendine tercih etmek) başkasını da kendisi gibi düşünmek, sadakat kardeşlik gibi İslam ahlakının ışıkları bizi terk etti, yerine bencillik, çekememezlik sadece kendi çıkarını düşünmek, haset etmek, hırs ve kanaatsizlik gibi Yahudi ahlakı içimize yerleşti. Ecnebi bir ahlakın karanlıklarına gömüldük. Avrupa'dan esen rüzgâr mı bizi değiştirdi, nasıl bu hale geldik anlamıyoruz. Aslında yıllar önce Bediüzzaman İslam toplumuna gittikçe yaklaşan manevi buhran konusunda uyarmıştı. Demir parmakları arkasından şöyle haykırıyordu:
“Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sârî illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.” (Tarihçe-i Hayat.)
Kur’an ve sünnet ahlakına dayalı hayat düzeninden ayrılınca müslüman, içinde mündemiç olan hırs ve bencillik ona hâkim olur, bu durumda hem kendine hem topluma zarar veren bir tehdit unsuruna dönüşür. Kur’an-ı Kerim insanın bu özelliğine şu ayetlerle işaret etmiştir:
“Gerçekten insan, pek hırslı ve bencil yaratılmıştır. Kendisine kötülük dokunduğunda sızlanır, feryat eder. Bir iyiliğe konunca da sadece kendini düşünür, başkalarına menedici olur.” (Mearic, 19, 20, 21.)
Evet, insan sıkıntıya, darlığa maruz kalınca, bir şer kendisine dokununca duruma gelir, topraktaki börtü böceği dahi düşünür onun yaşaması için dua eder. Ama bolluk ve bereket ile istediklerini elde ettikten sonra gittikçe azgınlaşır. Vaktiyle “Ya Rabbi suya muhtaç kalmış dilsiz ve savunmasız hayvanatın hatırına yağmur ver!” dua ederek merhametle düşündüğü hayvanları yakmaktan çekinmez.
0 Yorum