Saatlerce kitapçıda. Kitap kokusu. Raflar arasında gezinti. İnsanlar gibi her türlüsü var: siyasi, edebi, ilmi, felsefi, tarihi, dini, fikri... Ellerin birinden diğerine gider. Bazılarını açıp göz atarsın, bazılarını okşarsın, bazılarına da sadece uzaktan bakarsın. Üst raflarda itina ile dizilmiş ağırbaşlı ansiklopediler, ciltler dolusu tefsirler. Hepsini eline almak, okumak, özümsemek, ezberlemek istiyorsun. Ama ömrün yetmiyor, sağlığın yetmiyor, imkanların yetmiyor. Hakiki ve riyasız dostlar kitaplar. Raflar arasında kendi kitaplarını da görmek bambaşka bir duygu. Onlar da diğerleri gibi usluca, usulca, masumca taliplilerini bekliyorlar. Ömür kitaplarla bereketli. Zihin geçmişe gider, geleceğe uzanır. Okumak bir köşeye çekilip bütün zamanların en iyi zekalarıyla sohbet etmektir. Cennette bile olsa iyi yazılmış bir kitabın satırları arasında halvet etmeyi isterim. Tensel hiçbir şey böylesi bir hazzı veremez bana.
Son günü bayramın. Eş, dost, akraba ziyareti bitti. Cuma namazı. Dün gece Mustafa Öztürk'ün yeni videosunu dinledim. Konu: vahdet-i vücut. Güzel bir girizgah yaptı. Devamı gelecekmiş. Tevhidi en iyi çözenler vahdet-i vücut meşrebine bağlı mutasavvıflar, hazrete göre. Gelecek videolarda vahdet-i vücut ile panteizm, panenteizm ilişkisi üzerine duracakmış. Spinoza'nın tanrı ve varlık anlayışı keza. Bekleyelim. Türkiye'de İslami aydınlanmaya öncülük eden üç kişi var: Mustafa Öztürk, Dücane Cündioğlu, Mücahit Bilici. Ama bilhassa Mustafa Öztürk... Kelamcıların Allah'ı ile mutasavvıfların Allah'ı aynı Allah değil gibi. Kuran'dan ve ilgili rivayetlerden her iki Allah tasavvuru da çıkıyor. Allah'ın ne olduğunu (mahiyetini, keyfiyetini, zatını, zatiyetini) mutlak şekilde bilmiyoruz, ne olmadığını biliyoruz sadece. Allah hakkındaki bilgimizin esas noktası nefy üzerine kurulmuş. İslam ilahiyatındaki Allah tasavvurlarının hemen hepsi Allah'ın ne olduğunu değil, ne olmadığını anlatır. Allah'ın ne olduğu hususu mutlak bir karanlık ve bilinmezliktir.
Madde değil, cisim değil, araz değil, düşünce değil, duygu değil, his değil, heyecan değil, zat değil, şekil değil, şahıs değil, kişi değil. Akla hayale ne gelse o değil. Değil, değil, değil... "Mevcud-u meçhul." Mevcut ama meçhul. Böyle bir şey var mıdır? Vardır diyoruz ve öyle inanıyoruz. Çünkü eserlerini görüyoruz. Ama bu eserlerin ondan olduğunu tam olarak bilmiyoruz, yine inanıyoruz. Vahdet-i vücut ikiliği ortadan kaldırıyor. Her şey odur, ondan başka hiçbir şey yoktur diyor. Mahlukat, masiva, insanlar, dünya, ahiret, cennet, cehennem, imtihan, şeytan, melek, yaratılış bunlar ne? Bunlar taayyün, gölge, tecelli. Yani var gibi görünen ama aslında var olmayan şeyler. Said Nursi vahdet-i vücut zevki ve hali bir meşreptir, ilmi ve nazari değil diyor. Ama nedense zevki ve hali denilen bir şey hakkında ciltler dolusu kitap telif edilmiş. İmam Rabbani vahdet-i vücut yoktur, vahdet-i şuhud vardır diyor. Yani doğru olan varlığın birliği değil, birliğin varlığıdır, varlığın bir olarak görünmesidir. Her şey ondandır ama her şey o değildir.
Vahdet-i vücut negatif ateizm. Pozitif ateizm tanrı yok diyor, vahdet-i vücut evren yok diyor. Daha doğrusu her şey tanrıdır diyor. Vahdet-i vücut bu haliyle bir çıkış noktası, bir umut ışığı olabilir mi? Birkaç entelektüel nazarı celbetmek dışında çok zor. Vahdet-i vücut nazariyesi Kur'an'ın hak-batıl gibi en temel ontolojik kavramlarını buharlaştırıyor. Yaratan-yaratılan, mümkin-vacip, kısacası halık-mahluk farkını ortadan kaldırıyor. Tevhidi kurtarayım derken teklifi bitiriyor. Kelamcılar ne yaparsa yapsın antropormorfizmden (insan biçimli tanrı) kurtulamıyor. Vahdet-i vücut bir nebze kurtuluyor ama geride bir yığın cenaze bırakıyor. İslam'dan çok deistik bir dünya görüşünü anlatıyor.
Mutezile Allah'ı bazı evrensel ilkelere bağlı aşkın bir varlık olarak tasavvur ediyor. O ilkeler bir bakıma Allah'ın üstünde, onun denetleyicisi konumunda. İlkelere mahkum bir Allah. Ama hiçbir şey yokken ve yalnızca Allah varken bu ilkeler nereden geldi? Ya da mutlak kudret, azamet, kibriya sahibi ezelî ve ebedî bir zat nasıl kaynağı meçhul bazı ilkelere uymak zorunda kalır? Ehl-i sünnet bunun tam tersini söylüyor. Allah mutlak irade sahibidir, bütün ilkelerin ve yasaların üzerindedir, üstündedir, hiçbirine bağlı ve bağımlı olmak zorunda değildir diyor.
Teşbihte hata olmaz, Mutezile'nin tanrı tasavvuru Avrupa ülkelerindeki yasalara sımsıkı bağlı yöneticileri hatırlatırken Ehl-i Sünnet'in tanrı tasavvuru bizim gibi ortadoğu ülkelerindeki yasaları takmayan, yer yer askıya alan veya keyfine göre davranan yöneticileri hatırlatıyor. Biri demokrat tanrı, diğeri kral tanrı. İtiraf etmek gerekirse Kur'an'ın anlattığı Allah genellikle 'Kral Tanrı" gibi bir şey. İslam toplumlarında Mutezile, vahdet-i vücut, sudur gibi tanrı tasavvurlarının pek tutmamasının nedeni bu tasavvurların arkasında diasporanın olmaması değildi, bu tasavvurların çoğunlukla Kur'an'a ters düşmesiydi.
0 Yorum