Odaya girdi. Bir köşede usulca oturdu. Etrafına baktı. Uzun uzun baktı. Burası neresi, bunlar ne, kim getirdi beni buraya? Soracak kimse bulamadı. Etrafına bakmaya devam etti. Onu oraya getirenler hiçbir şey sormaması için sıkıca uyarmışlardı. O da hiçbir şey sormuyordu. Garip şeyler olduğunu düşünüyordu ama bunu kimseye söyleyemiyordu. Söyleyecek kimse de yoktu. Bekledi. Kendi kendine çözmeye çalıştı. Kafasından geçenlerin hiçbiri tatmin etmedi onu. Oyalanacak hiçbir şey yoktu. O da bomboştu. Ne bir kitap, telefon, tablet, radyo, televizyon, gazete, broşür, kağıt, kalem, mürekkep ve başka bir eşya. Hiçbir şey yoktu. Birkaç saat öylesine oturdu. Geçmiş hatıralarına daldı. Maziye gitti geldi. Hafızasının derinliklerinde gizli kalmış en küçük ve önemsiz bir hatırayı bile geri getirmek için zorluyordu kendini.
Bu hatıralar arasında biri vardı ki hiç aklından çıkmamıştı. Babası sabah evden çıkarken sana bir kundura alacağım demişti, akşam olmuştu, sokak başında sağanak yağmur altında saatlerce babasını ve elinde getireceği kunduraları beklemişti. Ama babası verdiği sözü çoktan unutmuş, eli boş geç saatlerde eve gelmişti. Sabah kalkıp baktığında kundura falan yoktu. Elinden bir köşeye çekilip sessizce ağlamak dışında bir şey gelmemişti. Ne kadar içinin derinliklerine inse içinin bir sonu vardı, eninde sonunda bitiyordu içinin içindekileri. Ne yapabilirdi? Oyalanacak biricik şeyi hafızasındaki bu hatıralardı. Onlar da olmazsa işsizlikten, meşguliyetsizlikten çıldıracaktı. Zamanı geçirmek için bir şeylerle oyalanmak zorundaydı. Kendi kendine şöyle düşündü: birkaç hafta bu odada böyle kalsam beni oyalayacak bu anılar da bitecek. Sonra ne olacak, zaman nasıl geçecek? Eşyasız, etrafsız, çevresiz, insansız yani fazlalıklar olmadan nasıl yaşayabilirim?
Bir hafta sonra o dereceye geldi ki oyalanacak bir şeyim olsaydı da dünyada başka hiçbir şey istemezdim, ne olursa olsun, yeter ki olsun, farketmez dedi. En saçma şeye dahi gönlü razıydı ama yoktu. Günler geçiyordu. Odanın içinde gidip geliyordu. Bir şey soracak kimse bulamıyordu. Bu gidişle konuşmayı, sözcükleri unutacaktı. Dışarıdaki hayatını öylesine özlüyordu ki en sıradan, pespaye bir anına ulaşmak için dünyaları vermeye hazırdı. İşin, çalışmanın, meşguliyetin, oyalanmanın, vakit öldürmenin, çocukların, dolandırıcıların, işgüzarların, siyasetçilerin, bahçıvanların, dilencilerin, sokak köpeklerinin, dedikodunun, gevezeliğin, lakırdının, en gereksiz gibi görünen her şeyin ne kadar gerekli olduğunu anlıyordu. Tek başına yani çevresi ve çevresindekiler olmadan hiçbir şey olmadığının farkına varıyordu. Böylece her geçen gün tam bir işkenceye dönüşüyordu.
Oyalanamamak işkencesi. Evet bunun gerçek adı buydu. Oyalanamamak, oyalanmamak, bir şeylerle uğraşamamak hayattaki en büyük iskenceydi. Hatta ölümden beter bir işkence. Üç hafta sonra kapı açıldı. Kapı açılır açılmaz, kendini dışarı attı, kapıyı açanların boynuna sarıldı, onlarla en saçma şeyleri konuşmaya çalıştı, dışardaki her nesneye dokundu, etrafına uzunca bakındı, pencereden güneşi gördü, şehri gördü, gökyüzünü gördü, manzarayı gördü, gelip geçen insanları gördü, ellerini açıp dilencilik yapanları gördü, gidip onların yanına oturmak, onlarla birlikte dilenmek, balıklara yem atmak, seyyar satıcılarla birlikte bağırmak istedi. Ve tanrıdan tek dileği bir daha kendisini asla meşguliyetsiz ve tek başına bırakmaması oldu.
0 Yorum