Çağın sorunu: Düşünceden uzaklaşma. Çözüm için ne diyoruz? Düşünceden uzaklaşma! Tasanız, kederiniz, efkârınız olmadan düşünceniz olmayacaktır. Sadece kendimizin düşmelerini değil, kendimizden başkalarının acılarını tanıyabildiğimiz kadar esasen düşünce gerçek düşünce olacaktır. Değilse düşünce olmayacaktır bilakis bizi düşürecektir. Zira insan, başkasının derdiyle dertlenebildiği kadar insandır. O yüzden düşünce adamının, fikir adamının ya da bir edebiyatçının, bir filozofun, sanatçının, sosyoloğun, psikoloğun hâsılı bir aydının; dünyada olup biten acılara duyarsız kalması, vicdanını satması onun bütün söyledikleri ve eylediklerini kıymetsiz hale getirecektir. Fikrimizin olabilmesi; efkârımıza dair derdimize dair dünyanın ve insanlığın acılarına dair bir meselemizin olmasına ve meselelere dair bir düşümüzün olmasına bağlıdır. Düşlerimizin efkârında kaygılanmalıyız, dertlenmeliyiz ki tefekkür olabilsin, fikir olabilsin, düşünce olabilsin ve mefkûreye ulaşabilsin.
Yazımıza, bir önceki yazımızı hulasa ederek başlamamızın sebebi bu yazının önceki yazının devamı niteliğinde olmasındandır. Özellikle içinden geçtiğimiz günlerde Gazze’de gerçekleşen ve görünen o ki vahşi siyonizmin ne zaman duracağı belli olmayan katliamlarına dair tepki gösterenlerin ve tepki göster/e/meyenlerin dünyanın gözü önündeki tavırları bir turnusol kâğıdı olarak test niteliği taşıyor. Esasen ne yazarsanız yazın ne konuşursanız konuşun; fikriniz, düşünceniz, edebiyatınız, sanatınız, konumunuz ne olursa olsun, dünyada yaşanan acılar karşısında göstermiş olduğunuz tavır kadarsınızdır.
Felsefe neye yarar? Edebiyat niçin var, sanat, düşünce fikir neye hizmet eder, edebiyatçı, sanatçı, yazar, şair, sosyolog, filozof neyi amaçlar? Mesele esasen burada düğümleniyor. Tekrar edelim; sanat da edebiyat da felsefe de psikoloji de tam da insan için, insan merkezli olmalı. Onun için edebi yâd etmeyen, bir duruş ortaya koyamayan, yaşamın içinde karşılaştığı durumda insanca bir yaklaşımı sergileyemeyen edebiyatın; toplumdan bihaber, acılara fildişi kulelerden bakan bakış acısı bir sosyolojinin, hikmetten ve insandan uzak bir felsefenin, insanın acılarını anlamayan bir psikolojinin, yüce duygularda birleşemeyen bir sanatın kıymetiharbiyesi olmayacaktır.
Felsefe neye yarar? Bir yönüyle bilginin sevgisi olarak tarif edilen ve bu yönüyle bilgiyle temas biçimi olarak bilgiyi sevmeyi salık veren felsefe (philo/sophia), bilgeliği ortaya koyarken bir başka yönüyle de esasen sevgini bilgisini, insanın insanla temasını, ünsiyetini ve dolayısıyla insanı insana şifa kılacak, insanın derdine derman olacak, insanı yok edici unsurlardan koruyarak var oluşuna, mevcudiyetinin vecdine ulaştıracak yaklaşımı ortaya koymalıdır.
Düşünce için, sanat için, fikir için, edebiyat için, felsefe için; insan kendi içine düşmelidir. Çünkü insan kendi içine düşmeden düşünemeyecektir. Düş sahibi olamayacaktır, düşleyemeyecektir. İnsanın kendi içine düşmesini tam da felsefe kelimesinin kökeni olarak “tefelsüf” yani derine dalmak olarak tarif edildiğini hatırlarsak, insanın kendine dönüşünün, kendi içine düşmesinin bu bağlamda düşünce için olmazsa olmaz olduğunu fark edeceğizdir. Evet, insan kendi içine düşecektir ama insanın kendi içine düşmesi; salt bir “iç/kinlik” olarak orada kalıp boğulması, tükenmesi için ya da buhran yaşaması için değildir. İnsanın kendi içine düşmesi; oradan bir içselliğe ulaşıp kendini aşarak, kendinden geçerek, gerekirse başkası için, öte/ki için kendinden vazgeçerek, bir başka insan tekinde var olması, belki doğ/a/yla, doğada, yeniden doğması, kim bilir belki de insanı da doğayı da aşarak “aş/k”ın olana yönelmesi, âlemi ve âdemi aşarak, tanrı ile Allah ile bağ kurmasıdır…
“Felsefe ruhun bakımıdır” diyordu Sokrates. Bu bağlamda “Yaşayan Felsefe” yaşama tesir eden, yaşama dair bir şeyler söyleyebilen, yaşatan felsefedir. Değilse ilgi/siz bilginin hamallığından öte bir anlam ifade edemeyecektir. Ne diyoruz; Öte/ki ile irtibatı olmayanın öte ile irtibatı olamayacaktır. Felsefe de sanat da edebiyat da öteki ile irtibatımızı sağlayan “iç”kinlikten, “iç”selliğe oradan da “aş/k”ınlığa ulaştıran bir yol olarak oldurmalı insanı. Aksi takdirde salt içine gömülen insan orada tükenecektir, boğulacaktır, orada var olamayacak ancak var ölebilecektir. Sözü daha fazla uzatmadan, bir süredir üzerine çokça düşündüğüm başlığımıza mülhem Özkan Gözel’in “Kendi İçine Düşmek” kitabından alıntıyla sonlandıralım. “İçsellik aşkınlığa açılan kapıdır tam da ya da kendisine istinaden aşkınlıkla ilişki kurduğumuz zeminidir o. İnsan içsellikten "hareketle" açılır aşkınlığa ve/veya dışsallığa... Hareketsizlik gönülsüzlüktür, gönülsüzlük de içkinlik. İçkinlikte kalmak içselliğe dönüşme imkânından bu da aşkınlıkla kurulabilecek olası bir ilişkiden yoksun olmak demektir... Din, sanat ve aşk... Bunlar içselliğin ontolojik kaynakları olduğu kadar, içkinliği kırabilecek ya da onu içselliğe doğru kırabilecek muharrik unsurlardır...”
0 Yorum