Yazmak zorunda mıyım? Yazmak bir yaşam biçimi. Yazmadan duramıyorum, var olamıyorum. Kendini her gün mutlaka bir şeyler yazmak zorunda hissetmek. Edebiyat cumhuriyetinin girişi, eşiği bu. Daima yazmak, her zaman yazmak, biteviye yazmak. Ama ondan evvel senelerce okumak, senelerce düşünmek. Bazen bir anın arkasında asırlar vardır diyen "Huzur" yazarı ne kadar da haklı! Yine şiir için ağızda biriken köpük demişti. Neden bu tarifi şiire inhisar edelim ki? Bütün yazmalar, denemeler, karalamalar ağızda biriken köpükten başka ne ki! Hiç şiir yazmadım, bundan dolayı şairleri kıskandım daima. Deneme, roman, öykü şiir için bir mukaddeme, bir hazırlık. Edebi sanatlarda asıl olan şiirdir çünkü. Yazılarımda şiirselliği yakalamak istedim çoğunlukla. Bunu ne kadar başarabildim, bilmiyorum. Her yazı bir yaranın içinden kurşun çıkarır gibi özen, dikkat ve teenni istiyor. Yazdığım her yazı yazmak istediğim o mükemmel yazıya ulaşmak için bir basamak sadece. Ölmeden önce o mükemmel yazıyı yazabilecek miyim? Bir zamanlar size edebiyat çok yakışıyor demişti bir okuyucum. Hayatımda duyduğum en güzel iltifatlardan biriydi bu.
İnsan çocukluk ve gençlik yıllarında daha dindar, daha mistik oluyor. En azından kendi adıma böyle gibi. O yıllarda kıldığım namazların, tuttuğum oruçların, okuduğum Kur’anların, yaptığım tefekkürlerin lezzeti damağımda hala. Yıllar geçtikçe, yani yaşlandıkça insan daha dünyevi, daha seküler, daha paracı, daha mal-mülk, makam, mevki, statü, şöhret sevdalısı ve bağımlısı oluyor. İnsan yaşlandıkça hayatı daha çok seviyor, hayata daha çok tutunuyor. Belki de yaş ilerledikçe imtihan daha yoğunlaşıyor, dolayısıyla şeytan daha çok musallat oluyor insana. Hayatı tanıdıkça dindar olmak ve dindar kalmak zorlaşıyor. Ulaşmak istediğin şeyler şu an bazılarının ulaştığı şeyler. Her şeyin gerçekten fani olduğunu anlamak için başını çevirip ibretle hayata bakmak yeterli. Gençlik geçiyor, mal geçiyor, mevki geçiyor, şöhret geçiyor, makam geçiyor hasılı hayat geçiyor. Sana bunlardan dolayı değer verenler, önünde eğilenler de geçiyor. Bir gün alkışlayanlar ve alkışlananlar bitti mi, işte o gün her şey bitiyor. Seni alkışlayan ve tanıyan son kişinin ölmesidir, gerçek ölüm.
Daha dün birlikte olduğunuz bir insanın, ölmüş olan cesedine baktığınızda, içinizden şöyle seslenmek istersiniz: Gelin dostlar! İşte asıl mesele budur! Bu insan dün yaşıyordu, bugün öldü! Bu nedir? Bu dehşet olayı açıklayabilen var mı? Lütfen bu meseleyi açıklamadan, anlamadan dağılmayalım! Bizim en büyük sorunumuz kaynaklardan gafil olmamız. Müslüman Kuran'dan gafil, nurcu risaleden gafil, sosyalist Das Kapital'den gafil.
Dinlenmek için tabiata yönelmek lazım. Bunun için de ara sıra Risale-i Nur okuyorum. Çünkü İslam tarihinde Said Nursi kadar tabiata yönelmiş, onunla hemhal olmuş, hemdost olmuş, onun kadar ağaçları, dağları, bahçeleri, gülleri, çiçekleri, yağmuru, bulutu, havayı, rüzgarı, şimşekleri, çayları, ırmakları, nehirleri, denizleri, sinekleri, inekleri, kedileri, kuşları, serçeleri, tavukları, bülbülleri, karıncaları görmüş, gözlemlemiş, incelemiş, esma adına onları kimi zaman şairane konuşturmuş başka bir İslam alimi yoktur diye düşünüyorum. Bu açıdan Risale-i Nurlar kesinlikle farklıdır, biriciktir, kendine hastır ve orijinaldir. Onun için siyasetten ve toplumsal hayattan çok bunaldığım zamanlarda risalelerden ilgili mevzuları okumaya çalışıyorum.
Cemaatler ve vakıflar Cumhur İttifakı'na destek için ilanat ve beyanat yarışına girmiş. Hepsinin gerekçeleri malum ve tanıdık. Tuhaftır, hiçbirinin gerekçeleri arasında hak, hukuk, adalet, liyakat, eşitlik, dürüstlük, şeffaflık, hesap verilebilirlik gibi şeyler yok.
Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı!
Tekrar deneyiniz.
0 Yorum