Medeniyet, şehir demektir.
Şehirlerimizin başına gelenler ise
bir medeniyetin özünün nasıl tahrip edildiğinin
dünyada eşi az bulunur örneğidir.
Sömürge olmamasına rağmen
''şehir mimarisi bilinci''ni kaybeden bir toplumun
umumi cehaleti, çok derin bir cehalettir...
(Berat Demirci; Besmeleli İstavroz)
“Betonun, asfaltın, plastiğin kapladığı; göğümüzü yırtan
bina yığınlarının ve taşıtların mekanı tıkadığı şehirdir, bizim cezamız.
Onun uğultusunda ve bozukluğunda yaşamak durumundayız şimdi...”
(Tekin Şener; Ötekiler Günü)
Yazılarımızı takip edenler yıllardır şehir meselesi üzerine kafa yorduğumuzu bileceklerdir. İçinden geçtiğimiz, büyük depremlerin şehirlerimizi harap ettiği, büyük acıları yaşadığımız bu günlerde; yeniden şehir üzerine tasavvurumuzun, idrakimizin dolaysıyla inşa edeceğimiz şehirlerimizin üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Depremin, ülkemizin her yeri için kaçınılmaz olduğu gerçeği ile acı bir şekilde yüzleştiğimiz bir zaman diliminde şehir meselesini, insanı yaşatacak şehir tasavvurunu gündemimize almak durumundayız. Evet, maalesef unutuyoruz, şehir tasavvuru meselesini tam da şimdi gündemimize alarak; şehri mamur kılacak, insanı öldüren değil, insanı mamur kılacak, şehri imar edecek bir anlayışın tesisi hayati bir konu olarak önümüzde duruyor.
Şehir inşa eden insan, aynı zamanda şehirde inşa edilir. Şehri inşa ederken sahip olduğunuz inanç ve değerler sistemi doğrultusunda bir şehir inşa ediyorsanız; eylemleriniz, inşa ettikleriniz, inandıklarınızla ve değerleriniz ile örtüşüyor ise orada bir ahenk olacaktır. Değilse inancınız ve değerleriniz bir yerde ortaya çıkardığınız şehir bir başka yerde ise, ortaya çıkan ucube bir kent olacaktır.
Bugün şehri inşa konumunda olanlar; hakikaten medeniyete varmak gibi bir amacı mı gözetiyorlar, yoksa sadece rantlarını düşünerek belirli bir kesimin zenginleştirmekten öte bir işlev görmüyorlar mı? Ya da toplum olarak biz medeniyet iddiamıza uygun bir şehirde mi yaşamak istiyoruz, yoksa kapitalist hayat tarzının ortaya koyduğu kentte mi? Sahi nereye varmak istiyoruz? Bu soruya cevap verebilmiş durumda mıyız?
Mesele varmak istediğimiz şehirde. Sonuçta inşa edilen şehir, tasavvurumuzun tezahür ettiği mekândır. Hangi tasavvurla bakıyoruz şehre? Tasavvurunu medeniyetimizin ruhundan, medeniyetimizin köklerinden alan bir şehir bizi “yaşanmaya değer şehre götürecektir. İfsat olmuş tasavvurun, bizi götüreceği yer yabancılaşma olacaktır. Öyleyse yapılması gereken önce tasavvurumuzun, ardından tercihlerimizin üzerinde kafa yormak olacaktır. Ancak o zaman biz şehri imar ederken, şehir inşa edecektir bizi, şehirde yapılır bulacağız kendimizi.
Şehir; tarihiyle, coğrafi konumuyla, topoğrafyası ile taşıdığı semboller ile toprağı ile mimarisi ile nevi şahsına münhasır özellikleriyle bir kimlik taşır. Bu anlamda her şehir anlam ve değerle açısından bir kimlik ve karakter taşır. Şehri inşa eden insan bu kimliğin bilincindedir yani her şehir bilinçli bir tercihtir. İnsan tercihleri doğrultusunda şehri inşa ediyor. Sorun insanın kozmostan kaçarak oluşturduğu şehirde. Mesele, insanın kozmosa uygun hareket edip etmediğinde, mikro kozmos olarak insanın makro kozmosu yansıtmaktan uzaklaşmasındadır. Bu anlamda insanın mekân tasavvurunun; insan insan, insan doğa ve son tahlilde insan Allah ilişkisin bir ahenk üzere olması büyük önem arz etmektedir.
Evden şehre ortaya koyacağımız mimariyi her şeyden önce varlık telakkimizle ortaya koyacağız. Gösterişe dayalı evlerin, ilişkileri alt üst etmiş altlı üst apartmanların, yitirilmiş sokakların, ruhsuz meydanların, hilkat garibesi kentlerinin gayri ahlaki azametinin yanında zarafetin ve güzelliğin durmayacağının, duramayacağının farkına varmalıyız. Evler mesken olmalı, hayat sunmalı insana ‘hayatlı’ olmalı, şehirleri cebelleştiğimiz yerler olmaktan çıkarıp, sükûnet sunan mekânlara çevirmeliyiz. Evet, neyi kaybettiğimizi hatırlatıyordu bize Cansever Hoca. Sekülerizmin ve kapitalizmin dikeyliği esas alan kentinin karşısına, yatay şehri koyan Cansever’e göre; şehir ufku görmemize imkân vermeli, ufkumuzu açmalı. Şehir ufki, mekân yatay olmalı. Sekülerizmin ve kapitalizmin dikeyliği esas alan, insanı tüketen, “insanı” imkânsızlaştıran kentin karşısına, yatay şehri, imkân şehrini, insana olmak imkânını sunarak imha yerine ihya edecek şehri inşa etmek…
Şehirleri inşa edenler aslında insanı, toplumu inşa ettiklerinin bilincinde olmalıdırlar. Yükselen beton binalarla gittikçe kirlenen bir şehir anlayışının, salt birilerine rant kapısı oluşturacak yapılaşmanın, şehrin kokusunu, kimliğini yok sayan zihniyetin şehre verebileceği bir şey yoktur. Salt teknik bilgi ve bakış açısı ile değil, şehrin kimliğini önemseyen şuurdan mütevellit şehir anlayışı ile donanmış mimarlar, şehri plancıları, mühendisler ve müteahhitler ve bunlara öncülük edecek belediyeler aracılığıyla inşa edilebilir.
Beton yığınları, alışveriş merkezleri, şehrin mezar taşları olan gökdelenleri, yitirilen sokakları, kaybolan mahalleleri yeni kentler şehri kalbinden uzaklaştırıyor. Yeni kentin tüketen yanı ile eski şehrin üreten kalbi arasında met-cezirler yaşıyoruz. Mekânın bir kalbinin, ruhunun kimliğinin bir şahsiyetinin olduğunu fark etmek durumundayız. Yaşanılan mekânın bir şahsiyeti olduğuna inananların, topografyaya uygun ev inşa ederken düşündükleri bir şey vardı; ufku geniş insanlardan oluşmuş bir toplum. Bir yönüyle bahçeye, bir yönüyle, sokağa ve mahalleye açılan evde yaşayan insanların hayata bakışları ile kentin kimliksiz, insanların üst üste istiflendiği ev tipinde yaşayanların hayata bakış farkını görebilmemiz gerekiyor. Evet, ne dersiniz, sizce de içinden geçtiğimiz günlerde şehre dair tasavvurumuzun üzerinde durmak kayda eğer değil mi?
Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı!
Tekrar deneyiniz.
0 Yorum