Doğru konuşmamak, doğru davranmamak, doğruyu söylememek ne kadar da büyük bir sorun. Deprem, bunu bir kez daha gözler önüne serdi.
Yaşadığımız depremin öncesini düşünelim, doğruyu söylemekten imtina edip hiçbir sorun yokmuş gibi olan davranışlarımızı şöyle bir hatırlayalım;
—Belediyeler, ender sayıda yaptıkları kontrolleri de kesmişti çünkü seçim yaklaşıyordu, akılları sıra kendilerini “kötü adam” etmek istemiyorlardı. Kentsel dönüşüm kavramını sadece power point sunumlarında kullanıp, kendilerinin de inanmadığı bir şekilde “yapacağız” diyerek geçiştiriyorlardı.
—Çevre Şehircilik İl Müdürlükleri de yerel siyasilerin baskısı altında rölantideydi.
—Kaçak kat çıkmak isteyenler büyük bir faaliyet içerisindeydi, hatta havaların biraz daha yumuşamasını bekliyorlardı. Soğukta beton dökmek yapıya zarar verir diye değil haaa sakın yanlış anlamayın, sırf üşüdükleri için.
—Ruhsatsız bir şekilde ticari faaliyetini yürütmek isteyenler rahatına bakmaktaydı.
—Olmayacak bir bina altında, olmayacak bir iş kolu ile faaliyet göstermek isteyenler pürüzsüz bir şekilde dükkan açmakta ve işletmekteydi. Ebatları yetersiz ve çevre binalara yeterince uzaklığı olmayan arsaya, petrol istasyonu kondurabilmek için türlü oyunlar oynanıyordu.
—Uzman olmaya gerek kalmadan, sıradan bir vatandaşın bile ilk bakışta “bu bina çürüktür” diyebileceği binalara hiçbir yetkili bakmaya, işlem yapmaya tenezzül etmiyordu.
—Zemin katta bulunan oto galerinin, bankanın, marketin, düğün salonunun kestiği kolonu bilen mülk sahibi, aldığı kiranın mutluluğu içerisinde şikayette bulunmuyordu. Bunu bilen üst komşusu da, ya çekindiğinden ya da umursamadığından hiç oralı olmuyordu.
—Mecliste, yeni bir imar affı için kanun teklifi veriliyordu. Bunu bilen ahali de tüm “inşa hormonları” kabarmış vaziyette her yasa dışı konu ve konumda, taşı taş üstüne koymaktan kendini alamıyordu.
—Televizyon kanalları, izlenmez diye bilim adamlarının sözlerini pek gündem etmiyor, konuyla ilgili program yapmıyorlardı. Her akşamdan gece yarısına kadar maaşlı ve taraflı yorumcuları, planlı bir kışkırtma içerisinde yarıştırıyorlardı.
—Yardım kurumunun başkanı olan kişi, okçuluğa merak sarmıştı.
—Belediyeler, partilerinin seçimde bir oy daha fazla alabilmesi için tüm kaynaklarını seferber etmişti.
—Ülke, büyük ölçüde kutuplaşmış vaziyetteydi. Her kutup, kendinden saymadığı kişileri her fırsatta aşağılıyordu.
—Komşu ülkelerden hangisi emperyalistler tarafından üstümüze kışkırtılacak da savaşa gireceğiz diye halktan kimseler kendi arasında konuşur olmuştu.
—Hayat pahallılığı insanları nereye sürüklüyor diye tartışılmaktaydı. Hatta İstanbul’dan Anadolu’ya büyük bir göç yaşanır diye beklenmekteydi.
—Milletvekili aday adayları boy göstermeye başlıyordu. Belediye başkanlarından devam etmesi beklenmeyenler, milletvekili adayı olmak için genel merkezlerinden işaret beklemekteydi. İşaret alamayanlar bu yüzden her günün gecesini uykusuz geçiriyorlardı.
—Az sayıda bilinçli yerel yönetimler dışında “ kent bilgi sistemleri” ile ilgili yıllardır güncelleme yapılmıyordu. Binaların yaşı, imara uygunluğu, içerisinde yaşayan insan sayıları, engellilik durumu, ruhsatlı/ruhsatsız işyeri bilgilerinin bulunduğu “kent bilgi sistemleri” atıl vaziyetteydi. Felaket anında yetkililerin müdahaleyi ve yardımları yönlendirmesine olanak tanıyacak bu imkan çöpe atılı vaziyetteydi.
Doğrulardan, işte bu kadar uzaklaşmış, suni, fuzuli ve kasti gündemlerle birbirimizle çekişir haldeydik. Halkın büyük çoğunluğu da bu durumdan şikayetçi olmayıp, bilakis; kutuplaşmayanı, ilimden bahsedeni ve bilimi önemseyeni dışlamaktaydı.
Sonuç olarak ölülerimize, aç ve açıkta kalanlarımıza ağlıyoruz. Doğrulardan uzak kalışımız sürdükçe daha da çok ağlarız.
“Doğruları söyleyip, doğruluk içerisinde, doğru ve liyakat sahibi kimselerle tedbir almayı” asıl güçlenme olarak sayacağımız günler ve gündemler dileğiyle…
Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı!
Tekrar deneyiniz.
0 Yorum