İslam, hür olmayı ve akıllı olmayı muhatap alma ve sorumlu tutma bağlamında birinci derecede önemser. Akli olgunluğa erişmemiş ve/veya akli yeterliliği olmayanı sorumlu tutmaz.
Allah’ a gerçek anlamda kul olmayı ise; Allah’ tan gayrı tüm otorite ve hiyerarşilerden bağımsızlaşma ile başlatır ve Allah’ tan başkalarına değil; sadece Allah’ a kul olmayı hürriyet ve şeref sayar.
Düşünce dünyasında en önemli referansı Allah’tır hür olanın. Bu yüzden zihin dünyasındaki tüm tortuları, kirleri, dikenleri, duvarları yıkar, ortadan kaldırır, arınır ve temizlenir.
Tefekkür ettiği zeminin farkında olarak akleder ve Rabbinin ona öğrettiği akletme yolunu kullanır.
Bu bağlamda düşünce zemini dediğimiz kavram da en az düşünme tarzı kadar önemlidir ve birbirleriyle iç içedir.
Bilim ile dinin savaşı olarak küresel egemen algının tümden böyle olmadığı; yaşananın Avrupa Burjuvazisinin Kilise egemenleriyle savaşı olduğu ve kilise denen egemenliğin de din olmadığını hala bile yeterince gündeme taşıyabilmiş değiliz.
Bir diğer husus bu süreçler ve kavramlar üzerinden ve aynı paradigma esas alınarak, İslam dünyasında da aynı süreçlerin suni olarak gerçekleştirilmesi ve tarihi süreçlerin/dinamiklerin benzer olduğu algısının oluşturulmasına yeterince bir itiraz yapılmadığını bırakın, bu algının tümden bir yanılsama olduğunu bile fark etmemiş olmamız.
Batı dünyasındaki tanrı/insan tanrı (Antropomorfist) kavramı ile tevhid dinindeki Allah kavramı ve ona yüklenen anlam ciddi farklılıklar gösterir ve aydınlanma denen çağda da bunun, Kilise siyasi otoritesinin yıkılmasının Tanrı’ nın öldürülmesi olarak ifade edilebilmesi de zaten resmi ortaya koyuyor. Tüm bu örgüde dikkatten kaçan ise “insan” kavramından da aynı anlamı çıkaramayacağımızdır. Batı düşünme tarzında insan kavramına yüklenen anlam da İslam’ın insana yüklediği anlam aynı değildir.
Bu bağlamda üretilen ilk kavram olan Humanizm’ in, posthumanizm/transhumanizm’ e evrilmesi bir felsefe değişikliğini içermiyor. Humanizm, insanların birbirlerini sevmesi, insanın şerefli bir kul olması, doğaya, tüm yaratılanlara ve yaratıcıya saygısı gibi anlamları içeren değil; tanrıya baş kaldıran, tanrıya ihtiyaç duymayan ve İslam literatüründe azgın/haddi aşmış/müstağni gibi anlamlara tekabül eden bir felsefedir. Kısacası tüm bu süreçler, tüm insanlığın yararına işletilmemektedir ve bu yönde bir hedef içermemektedir.
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; İslam/din, bilgiye, bilime, hakikate, dine, Allah’a karşı olamaz ve bunlarla çelişemez.
Çelişki denen ise yaklaşım yanlışları ve kavramlara yüklenen yanlış anlamlardan kaynaklanmaktadır.
Allah’ ın mükemmel/kusursuz/hatasız/sınırsız kudrete sahip/her şeyi eksiksiz yapan/her şeyden haberdar… olduğunu belirten bir dinin bilmeye, öğrenmeye, düşünmeye karşı olması bir tezat olur. Öyle ise yaşanan nedir?
Din nedir, bilim/bilgi/hakikat nedir, tanrı nedir?
Kilise, din mi?
Aydınlanma felsefesi ile başlayan süreç ve siyasi bir hedefe yürüyen, tarihi arka planı olan, ekonomik ve siyasi bir mücadelenin galip tarafının otoritesi ile şekillenen olguya bilim diyebilir miyiz?
Tüm paradigması, kavramları ve ölçütlerinin bu egemen sınıf tarafından belirlendiği, neyin bilimsel olup olmadığının, neye ne derece itiraz edilebileceği ya da edilemeyeceğinin de aynı otoriter sınıf tarafından belirlendiği bu yeni dine bilim diyebilir miyiz?
Kendisini sürekli güncelleyen, ilkin deneyimleyemediği için inkar ettiği, inkarı da bilimsel bir hakikat olarak dikte ettiği; sonradan keşfedince de kabul ettiği, farklı hiçbir deneyime ve bilgi biçimine müsaade etmeyen bu paradigmanın bilim ve mutlak olması nasıl kabul edilebilir?
Bu çağın da sonuna yine kendileri geldi ve bilimin hakikatı kuşatamadığını, mutlak olamayacağını kendileri de artık itiraf ettiler ama biz bunu yeterince işleyebiliyor muyuz? Ve bu durumun/itirafın gerektirdiği yeni konumlanmayı gerçekleştirebiliyor muyuz?
Ne yazık ki; yüzyıllar boyunca İslam toplumlarında hakim konuma getirilmiş batı/pozitivist düşünme biçiminin/batı aklının etkilerinden, tortularından sıyrılmış değiliz ve hala aynı formatta düşünmeye devam ediyoruz.
Elbette uzun bir süreç gerektirir ama bu yönde çabalar oldukça yetersiz.
Henüz kendi düşünme zeminimize tam anlamıyla dönebilmiş, kendi kavram ve yöntemlerimizi çağa sunabilmiş değiliz. Bunun birçok nedeni var elbette.
Batıda din/kilise fiili olarak lağvedildi ancak zihinlerdeki paradigma yerinde kaldı. Din, toplumsal/kültürel anlamda korundu, dindar olanlar aşağılanmadı.
İslam toplumlarında ise din otorite olarak lağvedildiği halde, zihinlerde ve kültürel zeminde tahrif edilerek yaşatıldı.
Batıda dinin bir daha egemen olma ihtimali neredeyse yok ancak İslam, öyle kolayca zihinlerden silinebilecek bir özellikte değil. Eğer İslam, orijinal haliyle ve kendine has paradigmasıyla toplumun zihninde yeşerebilirse, var olabilirse; bu, ciddi bir siyasi tehlike arz eder. O yüzden İslam’ ın/yok edilemeyen İslam’ın, çarpık ve tahrif edilmiş formatlarının ayakta tutulması, İslam toplumlarındaki egemen sınıfların en önemli politikasıdır. İşte düşünme zeminimizi etkileyen en önemli hususlardan biri de bu çarpıtılmış haliyle ayakta tutulan olguya din denmesi ve bizim de buna din dememizdir.
Kısacası ne din dediğimiz, dindir, ne bilim dediğimiz, bilimdir ve ne de tanrı dediğimiz, Allah’ tır.
Bu kavramların anlamları üzerinde bir konsensus ve anlayış sağlamadan; bırakın doğru düşünmeyi, düşünemeyiz bile.
Batı aklı, insanın tanrıya rağmen tasarrufta bulunabileceği, tanrıyı yenebileceği arka planına sahiptir. Zira Davud’ un tanrı ile güreşerek onu yenmesi, tanrıdan çalınan ateş vb geçmiş söylemler; insanın yenebileceği/öldürebileceği bir tanrı tasavvurunu barındırıyor. Burada bir tanrıdan ziyade bir insan vardır. Kudreti sınırsız olan, mükemmel olan bir tanrı/Allah yoktur. Burada insan olarak da bir kul yoktur; tanrı ile mücadele eden ve onun tahtına oturmak/tanrılaşmak isteyen bir insan tasavvuru vardır. O yüzden mesela’ tanrıyı kıyamete zorlamak’. ‘Dünya nüfusunu 500 bin’ e indirmek gerekir’ gibi cüretkar projelerden bahsedilebilmekte ve daha bunlar gibi birçok saçma hurafe ve yobazlığın ötesinde olan söylemler, ciddi birer düşünce olarak dile getirilebilmektedir.
Bugün de batı, ürettiği hümanizm, demokrasi, insan hakları, uluslararası toplum, ilerleme, kalkınma, küreselleşme, liberalizm, serbest piyasa, laiklik, antisemitizm, nasyonalizm gibi kavramlardan ve yaşadığı modernleşme süreçlerinden sonra eski tabiatının bir gereği olarak transhumanist ve posthumanist felsefeler ile tanrıya karşı duruşunu (Prometehus) sürdürme ahmaklığına devam ediyor. Tutmayalım.
İlgi de duyalım, takip edelim ancak itibar etmeyelim. Yani yola çıkış felsefesi ve düşünüş tarzına kapılmayalım bu mağlup ahmaklığın iniltisine.
Ciddi riskler barındırmakla beraber dijital ve genetik müdahalelerle, yapay zeka teknolojileri ile insan ve makinayı (bilgisayar/medikal) etkileşim içine sokmak elbette mümkün ve bu süreç bazı şaşırtıcı çıktılar verebilir. Ancak esas önemli sorun; insanın tanrıya karşı çıkarak, ona baş kaldırarak bunu yapması -ki baştan beri de zaten Hümanizm’ de de bu vardı- ve tanrıya rağmen bir ölümsüzlük peşinde olması ve bunun mümkün olabileceği küstahlığı ve mantıksızlığıdır.
Zira insana, insan fıtratı için birçok tehlike içeren, bu yeni müdahale; aslında öldürüldüğü sanılan tanrının, geri dönmesinin kızgınlığı ile girişilen çaresiz bir süreçtir. Batı/pozitivizm/bilim artık kısık bir sesle şunu söylüyor: Tanrı ölmedi.
Adem, Allah’ a iyi bir kul oldu, hatasını gördü ve özür diledi, teslimiyetini sürdürdü, Allah’ ı ve kendisini iyi tanıdı. Allah da onu bağışladı, yeryüzünde sorumlu kıldı, ona şeref verdi, nimet verdi…
Batı aklı ölmüştür ancak İslam dünyası/düşüncesi, aynı süreçte ve hızda kapsamlı bir var olma sergileme gücünden mahrumdur…
Sonuç olarak; her biri batı hegemonyasının birer aracı olan söylem, kavram, değer ve yaklaşımları yeniden ele alarak; demokrasi ve insan haklarının tek doğru olmadığını, değer/norm ve ölçütlerin batı tarafından belirlenip, evrensel diye tescillenemeyeceği ve diğer toplumlara dayatılamayacağının haykırmalıyız.
Liberalizm ve serbest piyasa denen acımasız, bilim ve hukuk dışı küresel sömürü sistemin ürettiği tüm değer ve uygulamalara karşı; bilinçli ve küresel bir direniş, uyanış, karşı koyuş gerçekleştirmeyi geciktirmemeliyiz.
Çarpıtılarak İslam diye, din diye toplumlara sunulan ve böylece etkisizleştirilen dinin/İslam’ ın bu olmadığını görmeli ve “Allah’ ın ipine hep birlikte” sarılmalıyız.
“Hiç farkında değilken, azap size ansızın gelmeden, Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyun” Zümer: 55
Selam ve dua ile.
Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı!
Tekrar deneyiniz.
0 Yorum