Kim ne derse desin; şiire yakın olanlar, vahye de yakındırlar. Umudumuz bunu bir an önce fark etmeleri.
İslam, ilkeler bütünüdür. En önemli ilkelerinden biri de kendimiz için istediğimizi başkaları için de istemektir. Zira Allah, kendimiz ve kendisi dışındakilere yapılacakları çok değerli kılmıştır.
Bu yazıda, içinde etkileyici ifadeler olduğunu düşündüğüm ve üzerinde düşünmemizi gerektiren Ayfer Feriha Nujen’ in t24.com’ da kaleme aldığı “Yakamda bir fotoğraf, kalbimde bir şair: Hoyrat sessizlik güle güle!” adlı yazısından kesitler sunmaya çalışacağım.
“Çünkü dışarıda ne var biliyor musunuz? Bilmeseniz daha iyi... Bütün günler gibi artık bütün insanlar da aynı marka. Yalancı, bir anlık bir görüntü kadar sahte. Sıkışmışlar evrensel kavramlara bile kendi istediği anlamı yükleyenler arasında. İnsanlık bekleyenlerin insani olan her şeyi kırıp döktüğü, ziyan ettiği bir dünya var artık dışarıda. Başına buyruk bile değil; ilimsiz, bilimsiz, adab-ı muaşeretten habersiz. Dünyasını değiştirmiş bir insanın arkasından onu hiç okumadan, dinlemeden ileri geri konuşacak, yazacak kadar kifayetsizler.
Çünkü şair ölünce bir puta dönüşür. Karşıtının kırmak, yanlısının secde etmek istediği bir puta… Oysa şair ikisinden de tiksinirdi, bunu yaşarken de dile getirmişti. Çarşılardan herkes gibi işte bu yüzden sessizce geçip giderdi. Bizi kendisine meftun kılan da buydu. Ne kadar karşıt da olsak fikirlerimizi ayakta tutan fikirleri, şiirlerimizi şiir yapan şiirleriydi. Sesinden ses aldık, feyiz aldık. Bunu inkâr etmek haksızlıktır.”
Bu ifade tarzı ve kullanılan kavramlar bir his taşıyor gibi geldi bana. Bir aidiyet. Önemsedim doğrusu. Geçen yıl okumuştum bu yazıyı ve bu yıl tekrar paylaşmış yazar, bir sözüne sadık kalmak istercesine. İnce bir hareket ama sadece incelik değil; geçmiş aidiyetlerine hasret kalmış bir eda seziliyor sanki. Hem ne var ki bunda, olamaz mı yani?
“Şimdi ona hatimler indiren bir komünist olarak yazıyorum bu yazıyı.
Asla tasvip etmiyorum inancı üzerinden taşlanıyor olmasını bir şairin, üstelik hayatta bile değil artık.
Düşün dünyamdan vazgeçmiş değilim, fakat düşünlerimi ayakta tutan şairin düşünlerini de ezip geçecek değilim. Yalnız olana acımasız olanlara sormak istiyorum: Biz karşı evlerden çıkan tabutların içinde insan olduğunu bilen o vicdanlı nesil değil miydik? Kırgın da olsak daha kırk gün ışığı sönmez evlerde aş pişmez diye karşı evlere bir kap yemek götüren…”
Bizden/insandan kadim değerlere bir özlem mi ya da fıtratın kendisini dayatması/fıtrata hasret mi diyelim, neredeyse tüm mahallelerin unuttukları bu ortak değerlerin değerini bilmemenin verdiği bir buhran mı? Belki de değil, belki de bir sadakat; kaybedilmiş aidiyetlere ve insaniliğin ortak vicdanına.
“İnsan inançsız yaşayamaz herkes bilir bunu. İçine neyi nasıl koyarsanız koyun, adına ne derseniz deyin insanı yaşatan inancıdır.
Bir şairi şair yapan şiarı değil midir? Müslüman olması dizelerinde, fikirlerinde bunu sık sık zikretmesi de gayette normal değil midir? Mensup olduğu düşünce ve inanç bu kadar belirgin bir halde vücut bulmasaydı, zaten Sezai Karakoç o şiirleri yazan kişi olmayacaktı.
Bütünün bir parçasını kırıp atmak bütünün en anmalı parçası olan kendini inkâr etmektir.
Hiçbir zerre ayrıldığı bütünden bağımsız değildir; ne kadar başka, ne kadar ayrıksı dursa da ondan.
Şair yalnız da değildi üstelik bu kulvarda; Erdem Beyazıt, Cahit Zarifoğlu gibi sağın içinde sağa da muhalif başka şairlerden biriydi sadece.
Şiiri gibi elbette şahsiyeti de silinip atılamayacak güçte bir şair. Buna bilhassa çalışanlar daha çok yorulacaksınız.
İnsanın en savunmasız anında ona karşı öfkesine sarılanlar; dirisiyle yüzleşemediğiniz hiç kimse, hiçbir şey bir kahraman yaratmayacak sizden.
Sezai Karakoç'un ardından şuursuzca konuşanlar, yazanlar, bırakın ettiği tüm sözleri dinlemeyi, hiçbir kitabını baştan sona okuyup bitirmemişlerdir.”
İnanca ve adalete vurgu, sağın içinde sağa da muhalif derken; kendisi de solun içinde ve muhalif gibi duruyor adeta. Aslında sağın da, solun da ötesinde adaletsiz ve vicdani olmayan bir ucuzluğa itiraz seziliyor burada.
“Çünkü yeryüzünde bir tek hakikat var, yan yana gelmezleri bile yan yana getiren; ölüm.
Allah ile işte burada birleştik diyen Harabi'nin bu dizesi gibi bizi yan yana getiren ölüm ve kapitalizm karşıtlığı oldu hep.
Bizi bir araya getiren şeylerle savaşmaktan elbette vazgeçmeyeceğiz.
Bizi bir arada tutan güzel şeylerden de... İşte solun da sağın da kendi içinde menfaatlerinin peşine düşüp inancını yitirdiği yer de burası.
Sezai Karakoç'u nev-i şahsına münhasır kılan da buydu. Zerre menfaat için eyvallah demeyen bir şair oluşu.
Sağ bir şairden sen ne öğrendin? derlerse, işte bunu öğrendim ben de; eyvallah etmemeyi, inancıma bağlı ve sadık kalmayı ve tamah etmemeyi, minnet duymamayı.
Sezai Karakoç şiirini ben onun inancıyla birlikte sevdim. Onun inancına sadakatini sevdim.
Onun inancını ondan ötürü sevdim.
Gönlü kırılmış bir dervişin bu harap diyara daha ilk kalp kırıklığında gönül bağlamayışını ama umut da kesmeyişini…
Onun şiiri üzerine söz söyleyecek ilmim de bilgim de yok sanmıştım hep. Oysa bir demecinde sevgiden söz ettiğinde anlamıştık ki, sevmek tek başına da yetermiş bir şairden sözler etmeye. Sevgi de bir ilimmiş, gizli bilgiler içerirmiş. Geç fark ettim, kalbenalel zaman affetsin beni.
O eksik olanın ne olduğunu gösterdiği için şiiri iyi bir şiirdir.
"Sevgi" de onun için sadece bir kavram değildi. İnanç gibi sadakat gibi diyalog gibi… Sağcılığı da sağda sol duruşu da kolayca anlaşılacak şeyler değildir bu yüzden. Kendi kendine konuşurdu belki ama söylediği gibi yaşayan bir şair olarak onu bende değerli kılan tutarsız olmayışıydı. Günün modasına, televizyon ikonu şairlere benzemiyor olmasıydı en çok da. O bir şairden de öteydi. Çocukluğumun süsü gibidir bazı şairler. Erken tanımanın saadetidir bu. İlk gençliğimi -karşıtı olsam da kimi zaman kimi fikirlerinin- neslinin ve türünün son örneği şairlerle süsleyen zamana teşekkür ederim. Karşısında oturmuş naralar atan genç bir komüniste bile gülümseyerek, İnancın buysa, inancını satma diyebilecek kadar alçakgönüllü ve gönül kırmayan şaire de teşekkür ederim.”
Bir şairden bahsetmekten ziyade şiarlardan bahseden ve bunu şairin şahsında cisimlendiren bir akış hissettiriyor kendini.
Sezai Karakoç ile ilgili geçen yıl kaleme aldığımız yazıda ‘O, bir ahlaka sahipti. Bu ahlak; onun duruşuydu.
Elinde bir poşet veya çanta ile doğal ve gösterişsiz bir yaşantı onun yüksek ruhuna işaret eder ve onu bizden kılardı. Sokakta yürüyerek eve gitmenin değerli olduğunu bilmesi ve bunu tercih etmesiydi kendi tarzıydı, tercihiydi. Bu tercih; onları toplumdan kopuk ve münzevi yapmamıştı aslında; tam tersine toplum; sokaktı, çarşıydı ve onlar da oradaydı. Bu tercih; Abdurrahman Arslan ve Atasoy Müftüoğlu’nda da var ve onlar da; mümkün olduğu halde, diğer tercihlere meyletmemiş; kendilerini harcamamışlardır. Erdemli ölçütler; bunun itibar olduğunu gösterir.’ Demiştik.
Bu yıl ona, bu yazıyı da ekleyerek bir eksikliği gidermek istedik yani bir komüniste yazdırdığı bu yazıyı.
Ve bu yıl tekrar, daha vurgulu olarak dikkat çekmeyi kendime görev bildiğim şudur: Sadece Sezai Karakoç’ a bakma; bir komünistin, bu yazısında yakaladığı ruha dikkatlice bak. Birbirimize ait başka şeyleri görebiliyor musun?
Selam ve dua ile.
Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı!
Tekrar deneyiniz.
0 Yorum