Kâinatın varlık sebeplerinden biri sevgidir. Aynı zamanda sevgi, kâinatın rabıtası, nuru ve hayatıdır. İnsan, kâinatın en kapsamlı bir meyvesi olduğundan, kopmaz bir sevgi bağıyla kâinata bağlanmıştır.
İnsanın küçücük kalbine büyük bir sevgi yerleştirilmiştir. Öylesine geniş bir sevgidir ki tüm kâinatı kaplıyor. Dünyanın lezzetleri geçici ve sınırlı da olsa insanın ilgisini çekmektedir. Aynı şekilde bahçeler, sular, dağlar, gözleri lezzetlendiren manzaralar, bunların hepsi insanın sevgisinin kapsamı altındadır.
Başta peygamberler olmak üzere insanlığa rehberlik eden büyüklerin tüm uyarılarına rağmen insan dünyadan kopmuyor, sevgisini çekmekte başarılı olamıyor. Dünyanın gelip geçici bir misafirhaneden ibaret olduğunu, sınırsız sevgiye değmediğini anlatıyorlar ama insan bilfiil ayrılıncaya kadar da ona bağlı kalıyor.
Kainattaki fani eserler insanın bu kadar ilgi ve sevgisini çekiyorsa, bu sevimli eserlerin yaratıcısı, sonsuz ve ölümsüz olan Allah ne kadar sevilmelidir, bir düşünün.
Kalbe yerleştirilen sınırsız sevgiye layık olan ancak bütün güzelliklerin ve kalpteki o sevginin yaratıcısı olan Allah’tır. Onun eserlerine gösterilen sevgi aslında yine o eserlerde yansıyan güzel isimleri nedeniyledir. Cenab-ı Hakkı tanımayanlar bile O’nun eserlerindeki Esma-i Hüsna’sını bilmeden seviyorlar. Bu sınırsız sevgi, geçici olan yaratıklara yöneltilse karşılık bulmaz, sevgisini tanımaz, hüzünlü bir hüsranla sonlanır. Edebiyat ve müzik, bu türden olarak yüzde doksan dokuz sevgisine karşılık bulmayanların şikâyetleriyle, ah ve figanlarıyla doludur.
Vaktiyle Kâbe’ye doldurulan putlar gayet yakışıksız ve çirkin bir uygunsuzluk ortaya koyuyordu. Samed’in aynası olan ve bu yönüyle “Beytullah” durumunda olan kalbi, sanem (put) gibi dünyevî sevgililere yöneltmek onlara pek ağır geldiği için o sevgiyi taşıyamazlar ve reddederler. Çünkü bu durum fıtrata aykırı olduğu için, fıtrat fıtri olmayanı reddeder. Denize düşen bir leş, deniz tarafından kabul edilmeyip er-geç kıyıya atıldığı gibi, fıtri olmayan hiçbir şey orada yer bulamaz, mutlaka onun dışına atılır.
Dünyadaki hiçbir mahlûk, kalbin sevgisini hak etmiyor. Sevilen şeyler, seveni ya tanımaz ya hakaretle karşılık verir yahut refakat etmez ya da ayrılır. Bunlardan hangisi gerçekleşse, hüzün verir, zillete sebep olur. Öyleyse sevgiyi öyle bir zata vermek gerekir ki, sevgi zilletsiz bir mutluluk olsun.
Allah hesabına olduğu takdirde, mahlûkata gösterilen sevgi dahi ayrılıklı ve hüzünlü olmaz.
Sevilen bir kimseye ait olan her şeye, onun hatırı için değer verilir ve sevilir. Örneğin peygamber (ASV)’ın hırkasının değeri, dokumasından ya da ipliğinden değil, peygamberimize gösterilen sevgiden kaynaklanır. Demek ki eşyaya gösterilen sevgi, sahibi için olursa bir kıymet ifade eder, yoksa aptalca bir tutumdan öteye geçmez. Buna göre dünya ve üzerindeki eserler, sahibinin ayetleri olması itibariyle sevilmeli. Yaratandan ötürü olmayan sevgi sonuçsuzdur ve hiçbir değer ifade etmez.
İnsan öncelikle nefsini sever; sonra akrabalarını daha sonra da sırasıyla milletini, canlıları, kâinatı, dünyayı sever. Bunların her birisiyle ayrı ayrı ilişkilidir. Onların lezzetleriyle keyiflenir, acılarıyla hüzünlenir. Bu çalkantılı ve fırtınalı dünyada hiçbir şey olduğu yerde ve kararında kalmaz, sürekli değişir. İnsan kalbi bu nedenle her olayda yaralanır, bir huzursuzluk ve tedirginlik içinde kalır.
Bu belalardan kurtulmanın tek çaresi, sevgiyi asıl sahibine vermektir. Sınırsız sevgi, ancak sınırsız mükemmellik ve sınırsız güzelliğe sahip olana mahsustur. Bütün eşya ancak O’nun adına, O’nun isimlerinin aynası olduğu için sevilebilir.
Yoksa büyük bir nimet olan sevgi, büyük bir belaya dönüşür.
Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı!
Tekrar deneyiniz.
0 Yorum