Muaviye dininden gelen kader anlayışımız malum. ‘Suçlu’ belli, sorumlu belli: Kader. Kaderi kim tayin ediyor bu anlayışa göre? Allah. ‘İnsan ne yaparsa yapsın; takdiri ilahi, yani kader bu’ denilerek hem ‘suçlu’ kolayca tespit edilmiş hem de sorumluluktan kurtulmuş olunuyor. Peki ne yapmalı? Dua: Allah’ ım şunu şöyle yap, bunu böyle yap. Tabii kader anlayışı değişince dua anlayışı da mücadele anlayışı da ve aslında hayata bakış açısı da özetle adeta din de değişmektedir.
Peki her şeyin sorumlusu tutulan Allah, bize böyle bir kader anlayışı telkin etmiş midir?
Kesinlikle hayır. Bu, Allah'a iftiradır. Zira irademizi ve aklımızı yok sayan bir kader anlayışı İslam’ ın ruhuna, akla, mantığa terstir. Böyle bir durumda sorumlu tutulmamız adaletli olmaz. Kader, bir form, ölçü ve işleyiş ilkelerine, Allah’ ın yaratma, yönetme, hükmetme ve kudretine işaret eden anlamlarda kullanılmıştır.
“İnsan ancak çabasının sonucunu elde eder.” Necm:39
ayetinde insanın çabasının belirleyiciliği açıkça belirtilmiştir.
Akletme, müdahale etme, karşı çıkma, savaşma, çalışma, buğzetme, direnmek, merhamet etme kısacası donanımlarımızla ilgili faaliyetlerde bulunmamız ve bunlardan sorumlu olacağımız/sınanacağımız, bu yanlış kader anlayışı ile anlamsız ve gereksiz duruma gelmiş oluyor. Aslında bu yanlış kader anlayışı İslam’ a ve Allah’ a açılmış bir savaştır, büyük bir tahrifattır.
Muaviye ve icraatları, Yezit ve icraatları, büyük ölçüde bu kader anlayışı ile tepkiler kontrol edilerek vücut bulmuştur. Sonrasında da Muaviyeler, Yezitler aynı yolu devam ettirmiş; büyük ve görkemli camiler yaptırmış, namaz kılmış, Kuran okumuş ama sorgulamayı, akletmeyi, direnmeyi, hakikatı ifade etme hürriyetini, hukukun üstünlüğünü ve adaleti katletmişlerdir.
Bu bağlamda yoksulluğun bir kader olduğu anlayışı da ayakta tutularak büyük ekonomik katliamlar gerçekleştirilmiş ve bu sömürü tezgahı sistemleştirilmiştir.
Elbette insanlık tarihi boyunca yoksullar da varsıllar da hep vardı. Bu bir olgu. Ancak yanlış olan, bunun bir kader olduğu ve normal karşılanması gerektiği ile ilgili telkin ve yaklaşımlardır.
Zenginlik-yoksulluk büyük ölçüde toplumun ekonomik, sosyal, siyasal vd politikalarının bir sonucudur. Yani sistemseldir.
Hem küresel ölçekte hem de sömürge toplumlarda ve adaleti ölçü almayan sistemlerde ve toplumlarda adil bir bölüşüm yapılmadığı için açlıktan ölenler, yeterli beslenemeyenler, insan gibi yaşayacak bir gelir elde edemeyenler, emeğine karşılık gelen hakkını alamayanlar hep çoğunlukta olur ve bu durum kesinlikle bir kader değildir. Bu durumun ana nedeni gelir dağılımının adaletsizliğidir.
Gelir adaletsizliği toplumlarımıza ait bir sorun değil sadece, küresel anlamda bu sorun ağırlaşarak devam etmektedir.
Bugünün sistemsel ve sürdürülebilir yoksulluğunu oluşturan mekanizma; sadece şimdiki neslin elindekini almakla kalmayan; sonraki nesilleri de borçlandırarak geleceği de şimdiden ipotek altına alan; umutsuz, mülksüz, geleceksiz, işsiz bir toplum ve bir gençlik biriktiren sömürü ve köleci bir düzen şeklinde seyretmektedir.
Her hesaba göre ve her aklı başında insanın da bildiği gibi küresel bağlamda tüm insanların ürettikleri, adaletli olarak bölüşüldüğünde; tüm insanlara fazlasıyla yetmektedir. Yani bir kaynak sıkıntısı yoktur. Sorun; bazılarının/bazı sınıfların, hakkından fazlasına/diğer insanların rızkına el koymalarından kaynaklanmaktadır ve bunu genel anlamda devletler eliyle yapmaktadırlar.
Oysa bu imtiyazlı sınıf/gasp eden sınıf azınlıktadır ve hakları gasp edilenler ise çoğunluktadır. Dolayısıyla hakkı gasp edildiler, haklarını alabilecek konumdadır. Ancak bu çoğunluğun tamamı bu bilinçte değil.
İslam, haksızlığa karşı susan ve bu anlamda kaderci bir din olsaydı; peygamberlerin bunca mücadelesine ne gerek olurdu? Tam tersine peygamberlerden, onları takip edenlere tevarüs eden bir amel ve Allah’ ın emri olan haksızlığa karşı çıkış/haksız/adaletsiz sitemlerle mücadele İslam’ ın temel şiarlarındandır. Zira bu, genel olarak ‘iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak’ ilkesi gereği de böyledir.
Sömürü mekanizmaları dikkat dağıtıcı ve gündem saptırıcıdır. Kendini gerçekleştirmene, değişik öneriler sunmana, farklı alternatifler geliştirmene izin ve fırsat tanımaz. Uyanmanı, düşünmeni, fark etmeni, akletmeni, itiraz etmeni, direnmeni, bilinçlenmeni ve sesini yükseltmeni çeşitli yol ve yöntemlerle engeller.
Zira sömürüldüğünün farkına varman; yaralarını görmen, acılarını hissetmen ve feryat etmen, gücünün farkına varman sömürücü mekanizmalar açısından varoluşsal bir tehdit olarak algılanır.
Yoksulluk, ruhsal travmalara neden olur ve daha birçok felakete yol açar.
Zordur.
Yoksulluk, insan onurunu zedeler.
İslam, yoksulların sırtında kurulan tüm sömürücü sistemlerle mücadele etmeyi farz kılmıştır ve Allah, asla zulme rıza gösterilmesine razı olmaz, 'bu sizin kaderinizdir, buna razı olun' demez.
“Zalimlerin yanında olmayın, sonra ateş sizi de yakar. Allah’ tan başka dostlarınız olmadığına göre bir yerden yardım da göremezsiniz.” Hud: 113 der.
Bu ayeti buyuran Allah’ ın zalimlerin uygulamalarına razı olmamızı dileyeceği söylenebilir mi?
Hürlerin hürrü, izzetlilerin izzetlisi Ali’ nin sözüyle bitirelim.
“Haksızlığa karşı susarsanız, hakkınızla birlikte şerefinizi de kaybedersiniz.”
Selam ve dua ile.
Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı!
Tekrar deneyiniz.
0 Yorum