Yüzünde, alnında, gözlerinde ve ellerinde huzur denilen şeyi gezdiren, dillendiren, misafir eden ve sonunda onu bir şahsiyet çizgisi haline getirmiş bir insan. Kavgasız, sakin ve her şeyle dost bir hali vardı daima. Sevgiyle ve şefkatle dolu, gözlerine bakınca yüreğinin derinliğini görebileceğiniz kadar berrak ve şeffaf bir insandı. Tevazuundan başı daima önde adımları itinalı ve yavaş, etrafla ilgisi yoktu. Kendi iç aleminin aydınlık semasında cevelan ediyor çoğu zaman. İriye kaçmayan gözleri, seyrek beyaz sakalı, ince, uzun bir burun, buğday rengine çalan bir ten. Masum, saf ve mana dolu bakışlar. O kadar da munis ve sevecen. Adanmışlık ve uhrevilik dedikleri şey muhitine bu bakışlardan yayılıyordu.
Bu fırtınalı asrın kasırgası içinde birazda tek başınadır. Onun taşıdı ruhla etrafında çalkalanan hayat arasında bir ilişki bulmak epeyce zordur. O muhakkak bugünün yani modernin insanı değildi, asr-ı saadet devrinden günümüze doğru fırlayıp gelmiş gibi. Hayatının bütün yönleriyle bir asr-ı saadet portresi çiziyordu. Maziyi, oradaki ‘şiir şahsiyetleri’ aramak için çok uzaklara gitmeye gerek yoktu. Tam yanı başınızdaydı o şiir şahsiyetlerin bir örneği. Niyazi-i Mısri’yi İmam Rabbaniyi, Şahı Nakşibendi’yi hepsinden öte Hasan el Basri’yi veya ‘süccad imamı’ Zeynel Abidin’i merak edenler ona gitsin birkaç günlük ona misafir olsun, simasına baksın yeter.
Onun dünyasında tarifi kabil olmayan, kelimelerin yüklenmekten aciz kaldığı bir Bediüzzaman, Risale-i Nur aşkı vardı. Aynı zamanda namaz aşkı, ibadet aşkı, cami, mescit ve hizmet aşkı vardı. Ama bu söylem düzeyinde kalan kuru, kupkuru bir aşktan ibaret değil, hayatının her karesi ile kanıtlanmış bir aşktı. Hali size neyi söylüyorsa dili de aynı şeyleri söyler, keza dili size neyi söylüyorsa Hali de aynı şeyleri söylerdi. Öz ile söz, teorik ile pratik, eylem ile söylem hiç kimsede olmadığı kadar onda tecessüm etmişti.(somutlanmıştı) Ondaki ilim değildi sadece, haldi, tavırdı, sesti, kokuydu, ameldi.
Düşünebiliyor musunuz? Tam elli yıldır teheccüd namazını kaçırmamış. Rüştünü idrak ettikten sonra bir defa dışında sabah namazını kaçırmamış üstelik cemaatle. Teravihleri kaçırmamış, mukabeleleri kaçırmamış, sohbetleri kaçırmamış. Dünyaya, dünyalık olana karşı en ufak bir meyil yok içinde. Her bir namazı tesbihat ve dersle birlikte bir saatten fazla sürüyordu. Gece namazını da eklerseniz bir gününün yarısı namazla, zikirle, ibadetle geçiyordu. Her gece yatsıdan sonra ayrı bir sohbette. Urfa ve civar illerdeki hiçbir taziyeyi, hasta ziyaretini, hacı ziyaretini kaçırmaz, bir o kadar da aktifti yani.
Her senenin kandil gecelerini cemaatle birlikte sabaha kadar ihya eder. Sabaha kadar ders, Kuran, Cevşen, nafile namazı, gece namazı, tesbih namazı, sahur yemeği, uzunca bir dua ta sabah ezanına kadar. Bazen nefsi ayaklar altına alır ben de katılırdım bu ihya gecelerine. Öyle bir hal olurdu ki melekler başımı okşuyor, sırtımı sıvazlıyor gibiydi. O kadar rahat, o kadar, hafif, o kadar günahlarımdan arınmış olarak hissederdim kendimi. Bence yeryüzünün en saadet dolu dakikaları o gecelerdi.
Bazen kendi kendime düşünürdüm. Bu kadar yoğun bir tempoyu nasıl kaldırabiliyor? Sıkılma, usanma, vazgeçme, bıkma yok. İnsanın hiç mi canı sıkılmazdı? Dışarıda bir hava alsa, hoş-beş etse, bazı tatlı dedikodulara en azından kulak misafiri olsa, bazı kaçamak bakışlar fırlatsa, hiç olmazsa sıradan bir Urfa ciğercisine gidip şöyle keyfince karnını doyursa, lüzumsuz bazı siyasi gevezelikleri takip etse, küçük bir mahalle kahvesinde oturup, iki bardak çay içte ve bazı gazetelere göz atsa… Hep ibadet, hizmet, inziva, günahlara karşı savaş, ders, risale, bir gün değil, bir hafta değil, bir yıl değil, on yıl değil, otuz yıl değil, elli yıl değil, bir ömür boyu aynı hayatı yaşamak, aynı şeyleri yapmak.
Kaç defa ona ayak uydurayım diyordum ama inanın iki günden fazla olmuyordu, bırakıyordum, bıkıyordum, kaçıyordum. Karanlıklarda gibiydim, cinnetin sesi yüzümü kamçılıyordu. Baykuş kahkahası, kobra ıslığı ve günahların ölümcül cazibesi. Yazık ki zindanımı aydınlatan bir ışıkta yoktu.
Her bir risaleyi belki yüzlerce defa bitirmiştir, belki daha fazla. Bir gün gençlerden biri: Hocam, bir ömürdür bu risaleleri okuyorsunuz, hiç bıkmadınız mı, usanmadınız mı? Diye sordu. Verdiği cevap hala kulaklarımda çınlıyor: “Allah sizi inandırsın ve şahit olsun ki, ben onları okumaya doymuyorum, bazen zaman bana yetmiyor, okudukça acıkıyorum, acıktıkça da okuyorum. Yatmak istemiyorum, rüyada bile okuma devam etsin istiyorum. Önemli olan onların tadına varmak. Ekmek gibi, su gibi, hava gibi her an ihtiyaç duyuyorum.” Bu sözler şov, gösteriş, propaganda değildi, inandığı şeyi, kalbinin en mahrem yerinden kopup gelen bir gerçeği anlatıyordu samimice. Söylemesine gerek yok yaşıyordu zaten.
Beni de çok severdi. Ben risale okur o takip ederdi. Gözleri artık fazla görmüyordu, harfleri seçemiyordu. Yarım saat, bir saat, iki saat okurdum o dinlerdi. Ben yorulurdum o, devam et! Derdi. Bir gün bende takat kalmadı, sesim kısıldı yeter mi hocam dedim? Gülümsedi, “valla sen okursan ben dinlerim ”dedi.
Urfa da ki Nur hizmetleri denince ilk akla gelen kişi oydu. İlkokulu dışarıdan bitirmiş, Osmanlıcayı, Arapçayı kendi özel çabasıyla öğrenmişti. Okuduğu risaleler umumiyetle Osmanlıcaydı, Türkçeleri nadiren okurdu. O sadece klasik manada bir nurcu değildi, bir hoca efendi, bir kamil, derviş, veli, ermiş, Allah dostu, abid ve fazıl kısacası “efradına cami ağyarına mani” bir müslümandı aynı zamanda. Şehrimizin manevi mimarlarındandı. Şeyh değildi ama yaşayışı onları bile kıskandıracak kadar mükemmeldi.
Vasattı, hiçbir aşırılığı yoktu. Aldığı maaşı zaruri ihtiyacı kadar kaldırır, diğerini öğrencilere, fakirlere ve hizmet işlerine infak ederdi. Zaten bekardı, hiç evlenmemişti. Bütün hayatını bu “kutsal dava”ya vakfetmişti. Övülmekten hiç hoşlanmazdı. Bu yüzden en yakın dostlarının kalbini bile defalarca kırdığı olmuştur. Bir gün bizim oranın mübarek alimlerinden biri Mustafa Hoca’yı rüyasında görür. Bakar ki hocayla Bediüzzaman yan yana oturmuş ve üstat hocaya iltifat üzerine iltifat yağdırıyor, çok alaka gösteriyor. Adam uyanınca hemen Hocanın yanına varmış rüyasını anlatmış. Mustafa Hoca bu rüyayı kimseye anlatmaması için adama yemin içirtmiş, adam ise hocanın yanından kalkar kalkmaz her önüne gelene anlatmış (çok sonraları bana da anlattı) bunu duyan hoca o kadar sinirlenmiş ki aylarla onunla konuşmamış.
Rüyalara pek iltifat etmem ama çoğu zaman onu o mübarek, nurani ve mütebessim haliyle rüyamda görürdüm. Müthiş bir hafızası vardı. Bir duyduğunu bir daha unutmazdı. İlkokul dördüncü sınıfta Kuran kursuna giderken bana ismimi sormuştu, o gün bugündür ismimi hiç unutmamış. Belki yedi sekiz yıl görüşmediğimiz olurdu buna rağmen ilk karşılaşmada kaçak Şahin neredesin derdi?
Zihnimde henüz netlik kazanmamış belli ve belirgin olan bazı sorular vardı. Ama bunları ona hiçbir zaman sormadım. Çekindiğimden değil çünkü o örnek yaşantısı zihnimdeki bütün soruları cevaplıyordu, o yüzden konuşmasına gerek yoktu. Sorularım hala bende. Galiba bu soruların dil ile verilebilecek bir cevabı yok. Onların en hakiki, en sahici, en makul cevapları hal’de saklıydı. Harekette, pratikte ve amelde.
NURA ADANMIŞ BİR ÖMÜR: URFALI MUSTAFA KILIÇ HOCA
Yüzünde, alnında, gözlerinde ve ellerinde huzur denilen şeyi gezdiren, dillendiren, misafir eden ve sonunda onu bir şahsiyet çizgisi haline getirmiş...
0 Yorum