DAĞINIKLIĞIMIZA AĞLAYALIM MI YOKSA GÜLELİM Mİ?

Müslümanlar olarak, Ümmet ruhunu kaybedeli ve unutmanın üzerinden bir asır geçti. Taklitçilik hastalığı kemirdi her yanımızı. Bir kafatasımız sağ görünse de,  bedenlerimiz tümüyle felç olmuş bir iskelete dönüştük. Şimdi varlığımız sadece kemik ve gölgeler yığınının resminden başka bir şey ifade etmiyor ne yazık ki! Modern Asır, bizi eritikçe eritiyor, öğütükçe öğütmekte. Dijital yaşam, hayatımızın her alanına sirayet edip bizi işgal ve istila etmiş durumda... Beton yığını olan evlerin süs ve ihtişamına milyonlar harcanırken; dünyanın halifesi ve süsü olan insan ise seküler hayata kurban edildi. Kozmetik ve reklam sektörleri, kadının teni üzerinden milyonlar devşirirken; birilerinin hala bu kepazeliği, insan hakları, özgürlük, demokrasi gibi izahlarla yuturmaya çalışmaları tam bir fosillleşmenin resmidir... İzmler idrakimıza giydirilmiş ateşten gömleklerdir diyen, Merhum Cemil Meriç'in ne kadar haklı olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Örtülü annelerle yürüyen ecnebi tarzı üryan kızlar, sakallı Babalarıyla yan yana yürüyen pijamalı okumuş cahilleri görünce; insanın kanı donmakta. Dağıldık, parçalandık, yolumuzu şaşırdık, esas olan vazifemizi unuttup üzerimize vazife olmayan şeylerin peşine takıldık delice... Çocuklarımızı saldık bayıra mevlam kayıra, dercesine onları, islamın inanç ve ahlak eğitiminden uzaklaştırıp modern eritim kurumlarında, namaz, niyaz, helal haram bilip bilmediklerine bakmaksızın ellerine emanet ettik. Şimdi başımıza gelen bunca felaketlere, oturup ağlayalım mı yoksa gülelim mi? Müslüman camide kıbleye yönelirken, sosyal hayatta batıl batının küfri ideolojilerinin arkasında koşuyor ve savunuyorsa; vay başımıza gelenlere deyip ağlamamız lazım değil mi?. Şayet, İçtimai hayatta; eylemlerimiz, söylemlerimiz, sosyal münasebetlerimiz konusunda, insanların güvenlerini kaybetmişsek, bu bizim toplum olarak ne denli kötü bir duruma geldiğimizi göstermektedir. Fert olmaktan çıkıp birey olduk, içtimai  hayat şuuru yerine toplumsal sınıflar ürettik, biz yerine ben'i yerleştirdik, enaniyet kapılarını ardına kadar açtık, israf ve kural/ilke tanımamakta haddimizi aşalı da epey oldu. Ümmet mefhumunun yerine milliyetçiliği geçirdikten sonra da olanlar oldu. Irkçılık tavan yaptı, yeni yetme nesiller hak hukuk tanımaz oldular, insan hakları adı altında Avrupadan devşirme yasalarla tanışanlar sevgi ve saygıyı katlettiler. En son, istanbul sözleşmesi adıyla maruf olan kadının beyanı esastır yasası, otuz iki batılı ülkeyle birlikte imzalandığında; toplumun temel taşı olan ailelerin altına dinamitin nasıl konulduğunu hala tam olarak anlamış değiliz. Haya ve edeb terk edildi, taciz ve tecavüzler başını alıp gitmekte... Kadına şiddet adı altında, erkeklerin çoğu kem niyetli kadınların yalan ve iftiralarına kurban edildi. On sekiz yaş altı, dini nikahla evlenmeye yasak getirilirken, aynı yaştaki gençlerin zina ve flört yapmalarının önünde hiçbir cezai müeyyide konulmadı. On sekiz yaş altındakilere zina yapmaları serbest, ama İslami nikahla evlenmelerine yasak getirildi. Ağlayalım mı gülelim mi halimize haydi söyleyin? İslam topraklarında, Allah ve Resulü'nün emir ve yasakları geçmezken; Avrupa'dan getirilen kanunlar Müslümanlara zorla dayatıldı. Medeni Kanun İsviçre 'den, geri kalan ceza ticaret yargı vs. Kanunları da yamalı bohça gibi, Almanya'dan, Fransa'dan, İtalya ve İngiltereden getirilip dayatıldı. Kur'an'i Kerim ve Sünnet-i seniyye'ye kısmen ittiba etmek ise, Cuma, bayram ve diğer özel gün ve gecelerde ifa (!) edilmelerine müsadere edildi. Anlat anlat bitmez. Peki, genelde İslam coğrafyasında özelde ülkemizde, biz müslümanlar neden böyle bir zillete duçar olduk diye kendimize sormamız gerekmez mi? Çünkü biz bunu hak ettik. İslamın hükümlerini, fert ve toplum olarak yaşantımızdan çıkardık. Heva ve heveslerimize göre yaşadığımız için; bela ve musibetler yığın yığın, sağanak sağanak üzerimize yağmaya başladı. Evet, Ali Şeriati'nin; anne baba biz suçluyuz derken, ne kadar da isabet ettiğini şimdi daha  iyi anlıyorum. Bu paragrafıda, yazar Nihat Güç'ün Facebook sayfasından konuya açıklık getirmesi maksadıyla, aşağıya alıyor ve yorumunu size bırakıyorum: "medeni Kanun 1926'da İsviçre'den alındı. Borçlar Kanunu 1926'da İsviçre'den alındı. Ceza Kanunu 1926'da İtalya'dan alındı. Ticaret Kanunu 1926'da Almanya'dan alındı. Ceza Mahkemeleri Kanunu 1929'da Almanya'dan alındı. Deniz Ticaret Kanunu 1929'da Almanya'dan alındı. İdare Kanunu 1929'da Fransa'dan alındı. İcra ve İflas Kanunu 1932'de İsviçre'den alındı. İşte genel olarak, İslam aleminin hal-i pür melali bundan ibarettir. Şimdi söyleyin, halimize ağlayalım mı yoksa gülelim mi? İslam âlemi olarak, huzuru yanlış adreslerde aradığımızdan dolayı, daha çok ağlayacağımız kesin gibi gözüküyor! Kalın sağlıcakla...