SAHTE ŞEYH
Yıllar önce Güneydoğunun bir şehrinde çevredeki halk tarafından şeyh kabul edilen bir adam yaşıyordu. Şehrin merkezinden ve havalideki köylerden çok sayıda müritleri vardı. Çok varlıklıydı; oturduğu saray tipindeki evinden başka şehrin merkezinde mülkleri, çevredeki köylerde arazileri bulunuyordu.
Bu çağın önemli garipliklerinden biri de her şeyin sahtesinin bulunmasıydı. Sahte doktor, sahte hoca, sahte şeyh, hatta sahte peygamber bile türemişti. İşte bu sözünü ettiğimiz adam da şeyh kılığına girmiş bir sahtekârdı. Ancak bunu o toplumda sözü geçmeyen bir kaç kişiden başka bilen yoktu. Yalancılığın zirveye çıktığı bu çağda, hakikisinin yanında sahtesinin bulunması da doğaldı.
Şeyhin, halim-selim saf, yaşlıca ve eşinden başka kimsesi olmayan bir müridi vardı. Şeyhine gönülden bağlanmış, onu insanüstü vasıflar içinde görüyordu. O da şeyhiyle aynı şehirde yaşıyordu. Şeyhine çok sadıktı. Halk arasında kendisine “sofi” denir ve öyle çağrılırdı. Sıkışık dar bir sokağın köşesinde küçük bir bakkal dükkânı vardı, geçimini kıt kanaat sağlıyordu. Küçük bir avludan girilen iki odalı daracık evlerinde eşiyle birlikte huzur içinde yaşıyordu.
Bir gün evin avlusunda bir iş nedeniyle bir kazı yaptı. Hiç tahmin etmediği şekilde toprakta gömülü bir testi buldu. Eşiyle birlikte alıp içeri götürdüler, Testiyi açtılar, içi altın doluydu. Saydılar, yüzden fazlaydı. Tarifi imkânsız bir sevinç yaşadılar, heyecanlandılar, gözleri yaşardı. O akşam altınları ne yapacaklarını, nasıl koruyacaklarını geç saatlere kadar eşiyle müzakere ettiler. Evde saklasalar, mutlaka birileri duyacak ve altınları korumaya güçleri yetmeyecekti. Başka bir yere emanet etmeye de güvenleri yoktu. Ancak aklına şeyhi geldi. En iyisi çok güvendiği şeyhine teslim etmekti. Kendisinden bile daha çok şeyhine güveniyordu. Ona teslim edecek, ihtiyacı oldukça gidip bir altın isteyecekti. Böylece hem korunmuş olacak hem de yıllarca ihtiyaçlarını onunla karşılayabilecekti. Ancak şeyh altınları yanında saklamayı kabul edecek miydi? Çünkü onun gözünde şeyhi dünyaya, altınlara ehemmiyet vermezdi.
Ertesi gün altınları alıp şeyhin evinin yolunu tuttu. Olan biteni ve eşiyle verdikleri kararı şeyhine anlattı. Şeyh hemen kabul etti, “Tabii, ne demek, yanımızda kalsın, hiç merak etme, hiç bir sorun olmaz, her istediğinde de sana istediğini vereceğiz” dedi. Sofi çok sevindi büyük bir hürmetle ve gönül rahatlığıyla şeyhin huzurundan ayrıldı.
Aradan zaman geçti, sofinin ihtiyacı oldu, gidip şeyhten bir altın istedi. Şeyh sandıktan çıkarıp istediğini verdi. Sonra muhtelif zamanlarda ihtiyaç oldukça yine gidip altın istedi, her seferinde bir altın verdi. Ancak sofi, beşinci veya altıncı kez geldiğinde, şeyh sandığı açıp altın verme yerine, “Sofi, altınlar bitti, sen hepsini aldın!” dedi. Sofi şaşırdı, şeyhin şaka yaptığını zannetti. “Nasıl bitti şeyhim?” dedi. Şeyh şöyle dedi: “Uzun zamandır hep geldin, aldın; sen kaç kez geldiğini galiba unuttun, altınların da o kadardı, hepsini almış oldun!”
Sofi, şeyhin ciddi olduğunu anladı; ancak altınlar yüzden fazlaydı, kendisi de beş kez birer altın almıştı, nasıl bitmiş oluyor; son derce güvendiği şeyhi nasıl böyle bir şey yapar, diye düşündü. Büyük bir şok yaşadı. Düşünceler kafasını zonkladı ve içine büyük bir ateş düştü. Akıl ve güven çatışması öyle bir dereceye geldi ki aklını ikna edemedi ve aklını kaybetti. Birden bağırdı: “Heheyy! Nema? Nema, nema! Şéyx zanı!” (Kalmadı mı? Kalmadıysa kalmadı! Şeyh bilir!)
Sofi, artık bir deliydi, eşi de bu sıkıntıya dayanamayıp vefat etti. O günden sonra sağda solda kuytu yerlerde kalmaya başladı, caddelerde dolaşır, hızlıca yürür, bazen durup aynı sözleri tekrar ederdi: “Heheyy! Nema? Nema, nema! Şéyx zanı!”
Kıssadan hisse: Sonradan aklı ikna edemeyeceğin işlere girişme, başka akıllardan faydalan ama aklını kimsenin cebine koyma, ikna edemediğin akıl, seni terk edecektir. Mutlak ve kusursuz “güvenilir” ancak Allah ve O’nun elçisidir, Rabbine bile nankörlük eden kullara ilahi vasıflar yükleme!