KUCAKLAYICI OLMAK ÇOK MU ZOR?
Bir şişeyi alıp kırın, sonra tüm parçalarını bir araya getirip birleştirmeye çalışın. Onu İlk ve orijinal haline getirmek ne kadar imkansız ise; öyle de, bir insanın değil belki onlarca insanın kalbini bir çırpıda kırmak mümkündür ama, o kalpleri onarmak, tamir etmek, eski haline çevirmek mümkün olmadığı gibi, bu uğraş belki de yıllarınızı alır. Sonuç, pişmanlık...
Son otuz yılı geride bıraktığımız zamana, yani geriye baktığımız zaman, özellikle Türkiye Müslümanlarının; genel manada olmasa da çoğunluk olarak kucaklayıcılığın yerine daha çok dışlayıcı, nefret dilini kullandıklarına şahit olduk. Hasbilik yerine hesabilik prensibiyle hareket ettiklerinden dolayı, kazanmak yerine daha çok kaybettiğimizi gördük/görüyor ve kabul ediyoruz. O gün, genç kuşaklara öncülük eden birçok yazar, çizer Âlim veya tarikat Şeyhi; genç nesillerin o heyecanlı dönemlerini pozitif bir duruma çevirip kucaklayıcı olmaları mümkünken; tam tersine, her biri kendisine bağlı olanları, dar bir çerçeveye sıkıştırmakla onları diğer meşrep ve gruplara karşı kin ve nefretle doldurup ayrıştırtırdılar...
Peki, bu muydu İslami harekete adam kazandırmak, bu muydu Müslümanlara Ümmet Şuurunu aşılamak, bu muydu İnsanlara İslamı ve İslam'ın prensiplerini sevdirmek? Aslında hiçbiri...
Müslüman olduktan sonra, Yusuf İslam adını alan, ünlü İngiliz müzisyen şöyle der: Eğer ben Müslüman olmadan önce, Kur'an'ı araştırmadan, bu günkü Müslümanların yaşantılarına baksaydım, belki de Müslüman olmazdım.
Peki, Yusuf İslam neden böyle bir açıklama ihtiyacına gerek duyuyor acaba? Çünkü adam, bir hakikati dile getirmeye ve Müslümanların; mirasyedi gibi davranmak yerine, İslamı kaynağından öğrenip Kur'an ve Sünnete göre yaşamalarının daha doğru, daha faydalı olacağının altını çizmek istiyordu...
Ama bugün içinde bulunduğumuz mevcut hal, acıların da acısı, belki trajedi demek daha doğru olur. Çünkü bugün, dört Müslüman bir araya geldiğinde; bir fikir üzerinde ittifak etmeleri gereken yerde; tam aksine, tartışma, kalp kırma, enanyeti öne sürme, tabir caizse kim kimi yenecek niyetiyle kozlarını paylaşıp dağılarak ayrılırlar... Allah aşkına söyler misiniz, Ümmetin çocuklarının yıllarını, gençliklerini, gayretlerini, çalışma ve hizmet azimlerini dumura uğratmaya kimin hakkı vardır? Bu faaliyetleri yıllarca devam eden zatlar, siz; bu hakkı kimden/kimlerden aldınız söyler misiniz?
Her biriniz bir şeyler söylediniz, her biriniz Kur'an ve Sünnetten kendi fikriniz için deliler getirip sadece kendinizin hak yolda olduğunu; sizden olmayanların batıl üzerinde olduklarını, hatta birçoklarını küfürle itham edecek kadar, zalim oldunuz. Sırf namınız ve çevrenizin kınamasından korktuğunuz için, Müslümanların birbirleriyle kucaklaşmalarının önünde takoz gibi, kütük gibi durup engel oldunuz. Payıma düşen kısmından dolayı, size hakkımı helal etmediğimi, yarın ruzi mahşerde hasmınız olacağımı buradan bildirmek istediğimi beyan ederim.
Siz kim olursanız olun, ister hoca olun, ister molla olun, ister Şeyh olarak bilinin! Eğer siz, size güvenip ve sizin ardımızda yıllarca İslam davasından başka hiçbir derdi ve gayesi bulunmadığı halde koşturan samimi Müslümanları; başka mezhep ve meşreplere bağlı olan Müslümanlarla kucaklaşmalarına engel olduğunuz için, Rabbimin, hesabınızı Çetin edeceğinden zerre kadar şüphem yoktur.
Derviş Yunusun dediğini yapmanız/yaptırmanız çok zor bir şey miydi? Sevelim sevilelim, bu dünya kimseye kalmaz... Neden sevmeyi bir türlü beceremiyor ve size karşı samimi olan insanlara kin yerine sevgi ve merhamet yüzü gösteremiyorsunuz? Gelin Rabbimizin şu ayeti kerimesine hep birlikte kulak verip, sonra da her birimiz kendimize güzel birer sayfa açalım: "İnanıp iyi işler işleyenler bundan böyle (Allah'a isyandan) korundukları ve İnanıp iyi işler yaptıkları, sonra (yasaklardan) sakınıp yine korunup iyilik ettikleri takdirde daha önce yiyip içtiklerinden ötürü bir günah yoktur. Allah güzel davrananları sever." (el-Maide,93)
Evet, mazide kalanları bugüne getirmenin imkanı yoktur ancak; bu günden sonra, elimizdeki fırsat ve imkanları iyiliğe doğru bir adım olarak değerlendirebilir, iyilik adına bir çığır açabilir, hesabi olan her şeyi bir kenara bırakarak; Ümmet Şuuru çerçevesinde, Allah'a, Resulü'ne ve Ahiret gününe iman eden herkesi, ötelemeden sevmeli, kucaklaşmalı hatta arada bir ziyaretlerine gidip onlara kardeş olduğumuzu teyit ettirmeliyiz. Çok mu zor, asla ve kata zor değil! Zor olan, insanın nefsinin etkisinde kalıp, enaniyet denilen putu kiralamaya eriyip yok olmaktır.
Kaybettiğimiz bunca senelere yazık değil mi? Şahsım adına konuşacak olursam, 30 küsür sene gençliğimizin tümü neden inişli yokuşlu çıkmazlarla eriyip tükendi?. Bize yön tayin etmeye çalışanların çoğu, evin içini ihmal edip; bütün bilgi ve enerjilerini dışarıya harcadılar. Bir süre sonra baktıklarında, elde avuçta mana adına bir şeyin kalmadığına şahit olunca, bu sefer kahroldular. Müslümanların gruplara, mesreplere bölünmelerine önayak ve sebep olanlar, şunu iyi bilsinler ki; bir kesime belki ilim falan okuyup okuttutmakla onları madde planında bir yerlere gelmesini sağladılarsa da lakin; Ümmet ve Vahdet adına, evrensel ve cihanşümul bir kucaklaşmayla farklılıkları bir araya getirmeyi başaramadıklarını bilsinler. Ve bu konuda, het birimiz sınıfta kaldığımızı itiraf etmemiz gerektiğine inanıyorum... Allah bizi, affetsin... Kucaklaşmak varken, nefret ne diye? Birlik olmak varken, ayrılık ne diye? Uhuvvet varken, husumet ne diye? Vahdet gibi bir nimet varken, tefrika ve hased ne diye? Ne diye? Kalın sağlıcakla.