HÜKÜM ZAHİR-İ OLANA GÖRE VERİLİR
Malum İslam hukukunda, bilenleri bilir ki; hükümler ve kararlar, zahir-i olan tanık, şahitlerin ve şahısların kendi itiraflarına göre verilir. Gaybı bilen yalnız ve yalnız Cenabı Allah olduğu için, insanların kalplerindekini de sadece Allah bilir. Dolayısıyla, gerek toplumdaki meseleler, gerekse yargı ve dava meselelerinin halli için, hüküm; zahir-i olandelillere göre verilir.
Tebük seferinden geri kalan Medineli Münafıklar, Resulullah (s.a.v) Tebük seferinden Medine’ye vasıl olduğu zaman; huzura gelip yalandan mazeretler beyan ettiklerinde (Resulullah belki de vahiy ile hallerine vakıf olmuştu), Resulullah’ ın, onların zahiri hal ve davranışlarına göre karar verip kalplerinde olan niyetleriyle onları Allaha havale etmesi; İslam’da hükümlerin batın-i olana göre değil, zahiri olana göre verildiğinin delilidir.
Ve yine, Usame ibn-i Zeyd (r.a)’in bir savaşta, yere çaldığı hasmının Şehadet getirdiği halde; onu öldürmesi ve olayın Efendimiz (s.a.v)’e intikali esansında; Efendimizin: Usame’ye, sen Şehadet getiren birini mi öldürdün sözünü tekrarlamasına karşılık Usame’nin ya Resulullah onu korkudan söyledi demesi üzerine; sen onun kalbini açıp yardın mı? Buyurduktan sonra, Usame’nin: keşke ben o gün yeni Müslüman olsaydım diye temenni etmesi vb. hadiseler; Hükmün zahir-i olan emare ve delillere göre verilmesi gerektiğinin bir delilidir.
Fakat ne yazık ki, yaşadığımız çağda ve toplumda; fertlerden tutun da, aile ve tolumun en yüksek katmanlarına varıncaya kadar, insanların çoğunun bu gerçeğin farkında olmadıklarıdır… Dolaysıyla, genel olarak beşeri yasaların geçerli olduğu İslam toplumlarında; yine hükümler bu yasaların el verdiği ölçü ve maddeler doğrultusunda verilmektedir… Hal böyle olunca, birçok zaman; gerçek olan delil, kıstas ve şahitliklerin geçerlilikleri de pek kalmamaktadır.
Mesela, herhangi bir kişi; diliyle İman ettiğini ikrar eder ve Elfazü-ü küfür ile Ef’alü küfürden her hangi bir şey kendisinden sadır olmadığı müddetçe, veya harama helal, helal olan da haram demedikçe; hiçbir kimsenin onu tekfir etmeye hakkı yoktur. Velev ki, diliyle söylediklerini kalbiyle tasdik etmese bile. Çünkü kalplerdekini, insanlar değil; yalnızca Âlim, Habir, Sem’i ve Basir olan yüce Allah bilmektedir…
Lakin günümüzde, birçok oluşum, parti veya grup; sırf onlarla farklı hareket ettikleri için, cehaletlerinin de vermiş olduğu cesaretlekendi dışındaki insanları tekfir etme hatasına düşebilmektedirler… Adamlar adeta yargıç gibi davranıp, kendilerinden olmayan insanları yerden yere vurmakta, dışlamakta, kötülemekte ve yerine göre küfür gibi çok ağır olan bir sıfatla itham etmektedirler. Bu nasıl koyu bir cehalet ve nasipsizliktir ki, bir kısım çevreler kendilerini adeta sorgu müfettişleriymiş gibi görmekte ve insanları mahkûm (!) etmek gibi elim bir hataya düşebilmektedirler?
Kaldı ki yaşadığımız asır, genel manada inanların; giyim kuşamdan, hareket tarzlarına, bulundukları ortamlardan peşinden koştukları ideal ve siyasi tercihlerine varıncaya kadar, karmaşık, muğlak ve anlaşılması çok zor olan girift bir asırdır… Onun için, özellikle İslami mesele ve kaidelere vakıf olan Müslüman alim, aydın, yazar ve çizerlerin; bu gibi konularda,gerekse dilleriyle ve gerekse kalemleriyle daha hassas ve daha dikkatli davranmaları gerekmektedir!...
Evet, fertler ve toplumlar; genel olarak öncü, yönetici ve aydınlarını taklit ve takip ederler! “Bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığı” ilahi ikazı uyarınca; sorumluluk üstlenmiş olanların, diğer insanlara daha güzel örnek olmaları ve ayrıştırıcı değil birleştirici bir rol teşkil etmeleri zaruridir. Çünkü öncüsü ve aydını yozlaşmış olan toplumların fertleri şaşkın, düzenleri çatlak olup, asayişleri ise berkemal olmaz.
“Sorgularken, hüküm verirken, konuşurken; özellikle ön yargılardan, peşin hükümlü olmaktan, insanları hemen saf dışı etme gibi şiddet ve celadet dilini kullanmaktan uzak durulmalıdır… Aslında bu konuda söylenecek çok söz vardır lakin; sözün özü hakkaniyet, vicdan sahibi ve birleştirici olabilmeyi şiar edinmektir…
Selam ve dua ile. 11 Nisan 2019