SREBRENİTSA, ALİYA VE GENÇLİK
Hani rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Biz seni eksiksiz bilirken ve durmadan övgü ile tenzih ederken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler. Allah “Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurdu.2/30
Öyle zamanlar geldi ki demeyeyim de, insanlar da hep bu sorunun cevabını merak ettiler; öyle işler ettiler ki; hep bu soruyu sorar dururlar…
İnsan; eksi sonsuzdan, artı sonsuza bir sayı doğrusunu, en fazla dalgalandıran bir muamma gibi…
Batı, acımasızlığın yüzü olmuştur. Kötünün, fesadın, katliamların, savaşların, köleleştirmenin, işkencelerin, darbelerin, her türlü ahlaksızlığın ve sapkınlığın, talanların, soykırımların adı.
Batı, hala en acımasız soykırımları, katliamları işler durumdadır. İnsanlara medeniliği, insan haklarını, demokrasiyi öğütlemesi de inandırıcılığını kaybetmiştir.
Srebrenitsa
Batının soykırım tarihi içinde Srebrenitsa, en önemlilerindendir. Çünkü Srebrenitsa, sadece modern çağda batının tabiatının değişmediğini değil; batının, tüm uluslararası kurumlarıyla bu tabiata ve icraata devam ettiğinin göstergesi olmuştur. Batı asla hakkın ve hukukun yanında olmamıştır.
Srebrenitsa’ da yaşanan bu jenoside rağmen Bosna, hala kendini güvende hissetmemektedir. Sağ kurtulanlar, şimdi de cellatlarıyla, katilleriyle aynı mahallede, aynı işyerinde yaşamaya devam etmektedir, ne acı…
Aliya
Bosna Savaşı, İslam dünyasının, Aliya gibi bir profili daha yakından tanımasına da vesile oldu. Bu, büyük bir kazanımdı. Bu bağlamda Bosna Savaşının kazanımlarının da olduğunu, farklı deneyimler kazandırdığını da söylemek mümkün.
Aliya’nın mücadelesi ve daha gençlik yıllarında İslami hareketler içinde yetiştiğini, Bosna Savaşı olmasa, birçoğumuz bilmeyecektik. Öyle ise, onun donanımlı, sakin, barışçıl ve kararlı portresini tanımak, Avrupa’da İslam’ın mümkün olması, var olma mücadelesinin nasıl sağlanacağına dair yol işaretleri barındırdığına da odaklanmamız gerekir. Onun gibi bir politikacımız hiç olmadı. Çünkü Aliya, evrensel düşünüyordu.
Aliya’nın gençliğe bazı öğütlerini de içeren bir yazı ile sonlandıralım:
““Fitne, esaret ve adaletsizlik dolusu olan bir dünyada, gençliğe sakınmasını, sakin olmasını, itaat etmesini öğütlemek aynı zamanda kendi halkının ezilmesi ve esir edilmesinde ortak olmak değil midir?”
Deklarasyon çok net iki tanımlamayla açılıyor malumunuz: “Hedefimiz: Müslümanların İslamlaşması, Sloganımız: İnanmak ve Mücadele Etmek.” Bu şiarlarının detayına dair yorumları barındıran yazıların da derlendiği kitapta deklarasyondan önce yer alan “İslami Yeniden Doğuşun Sorunları” kısmında “Müslüman mı Yoksa Tebaa mı Yetiştiriyoruz” adlı bir yazı var. “Tabiî ki geçmiş önemlidir. Ancak bugün, eski atalarımızın yaptığı mükemmel güzellikteki tüm camileri saymaktan çok, mahallemizdeki mütevazı camimizin eskimiş çatısını tamir etmek daha önemlidir. Hatıralardan ve geçmişi arzulayarak yaşamaya sebep olacaksa eğer, bütün o muhteşem tarihi yakmak gerekecek galiba” cümlelerini işaretlediğim yazıyı Cihan Aktaş’ın önerisi doğrultusunda alıntılamış bulunuyorum. (Yazıdaki üç ara başlık tarafımdan eklenmiş olup bunun dışında kitaptaki* metne hiçbir müdahalede bulunulmamıştır.)
Müslüman mı Yoksa Tebaa mı Yetiştiriyoruz
Bu makaleyi, ebeveynlerimiz ve dinî öğretmenlerimizle küçük bir sohbet olarak tasavvur ediyorum.
Kısa bir süre evvel, iyi ve heyecanlı bir Müslüman olan yakın dostumu, Müslüman gençliğin eğitimi hususunda bir makale yazarken buldum. Bitmemiş fakat ana fikirleri ortaya konmuş olan makaleyi okudum. Dinin ruhuna uygun bir eğitimde ısrar ederken dostum, ebeveynleri, çocukları nezdinde nezaket, iyi davranma, tevazu, kendisini ön plana çıkarmama, merhamet, bağışlama, kadere boyun eğme, sabır vs. hasletlerini kazandırmaya çalışmalarını davet ediyor. O, çocukların sokaktan, kovboy ve kriminal filmlerden, faydasız basından, saldırganlığı ve yarışmacılık ruhunu tahrik eden sporlardan vs. uzak tutulmaları hususunda eğiticileri özellikle ikaz ediyordu. Yine de dostumun makalesinde en sık rastlanan kelime “itaat” idi. Evde çocuk ana ve babaya, mektepte hocaya, okulda öğretmene, sokakta düzen koruyucusuna (polise), yarın ise işte müdüre, şef ve sorumluya itaatkâr olmalıydı.
“İdealini” tasvir etmek maksadıyla yazar, her türlü kötülükten sakınan, sokakta dövüşmeyen, kovboy filmleri seyretmeyen (onun yerine müzik okuluna giden), futbol oynamayan (çünkü bu spor çok serttir), uzun saçı olmayan, kızlarla gezmeyen (“zamanı gelince ana ve babası onu evlendirir”) bir çocuğu tasvir etmektedir. O asla bağırmaz, sesi hiçbir yerde duyulmaz, o her zaman ve her yerde teşekkür eder ve özür diler. Yazar söylemiyor ancak devam edebiliriz: Hakkını yiyorlar o susuyor. Şamar vuruyorlar o karşılık vermiyor, sadece bunun iyi bir şey olmadığını ortaya koymaya çalışıyor. Tek kelimeyle o “karınca bile ezmeyenler” dendir vs.
Bu makaleyi okurken cehenneme giden yolun iyi niyetlerle döşendiğini ifade eden o sözü hatırladım. Ve sadece bu değil, bizim son asırlardaki gerilememizin en az bir sebebini tespit ettiğimi düşünüyorum: İnsanların hatalı eğitimi.
Biz gençliğimize her türlü iktidara itaat içinde olmasını öğretiyoruz.
Aslında, asırlardır, birinci kaynaktan gelen İslamî fikrin anlaşılamamasının neticesi olarak biz, gençliğimizi yanlış eğitiyoruz. Düşmanımız eğitimli, sert ve pervasız, Müslüman ülkeleri teker teker işgal edilirken biz gençliğimize nazik olmasını, “sineğe bile kötülük düşünmemesini”, kaderine boyun eğmesini, “her türlü iktidar Allah’tan olduğuna göre” her türlü iktidara itaat içinde olmasını öğretiyoruz.
Gerçek kökenimi bilmediğim fakat kesin olarak İslam’dan kaynaklanmayan itaatin bu mutsuz felsefesi mükemmel ve bahtsız bir şekilde birbirini tamamlamaktadır: Bir taraftan o, canlı olanları ölü haline getirmekte, diğer taraftan ise din adına yanlış ülküleri ön plana çıkararak, daha yaşamadan evvel ölen kimseleri İslam’ın etrafına toplamaktadır. O, normal insan mahlûklarından, suç ve günah duygularının takibatında, aynı zamanda hakikatten kaçan ve pasiflik ve tesellide sığınak arayan hayatı ıskalamış şahsiyetler için çok cazip olan, kendinden emin olmayan insanlar yaratmaktır.
Günümüz uyanış asrında, bizzat İslam düşüncesinin savunucuları veya kendini öyle tanımlayan kimselerin her türlü karşılaşmayı (kavgayı) rutin olarak kaybetmeleri ancak bu şekilde açıklanabilir. Yasaklar ve ikilem felsefeleriyle ağa yakalanmış olan yüksek ahlak sahibi bu insanlar, ne istediklerini bilen ve hedeflerine ulaşmak için her aracı mubah gören, daha az ahlaklı, az medenî fakat kararlı ve acımasız karşıtlarıyla karşılaştıklarında kendilerini ikinci derecede (alt, aşağı seviyede) görmektedirler.
Bizimle her türlü iktidara ne mutlu!
Müslüman halkları idare eden kimselerin İslam içinde terbiye görmüş ve İslam düşüncesinden esinlenmiş kişilerden olmalarından daha tabii ne olabilir? Ancak onlar bunu basit bir sebepten dolayı başaramamaktadırlar: İdare etmek için değil idare edilmek için eğitilmişlerdir.
Müslüman ortamında bizzat Müslümanların topraklarına hâkim olan yabancılara, yabancı fikirlere ve siyasî ve ekonomik zulüme karşı direnç göstermelerinden daha mantıklı bir şey ne olabilir? Ancak onlar bunu yine o bilinen sebepten dolayı yapamamaktadırlar: Seslerini yükseltmek için değil, itaat etmek için yönetilmişlerdir.
Müslüman değil, tebaa... Mükemmel, sakin, tam tebaa. Neredeyse uşaklar eğitiyorduk (veya topluyorduk). Bizimle her türlü iktidara ne mutlu!
Fitne, esaret ve adaletsizlik dolusu olan bir dünyada, gençliğe sakınmasını, sakin olmasını, itaat etmesini öğütlemek aynı zamanda kendi halkının ezilmesi ve esir edilmesinde ortak olmak değil midir?
Bütün o muhteşem tarihi yakmak gerekecek galiba.
Söz konusu psikolojinin birçok bakış açısı vardır. Onlardan biri her zaman tekrarlanan geçmiş hakkındaki hikâyedir. Gencimize İslam’ın ne olması gerektiği değil, eskiden ne olduğu anlatılmaktadır. O, Alhambra ve geçmişteki fetihleri, Binbir Gece’nin şehrini, Semerkand ve Kurtuba’daki zengin kütüphaneleri bilir. Onun ruhunu devamlı olarak geçmişe doğru çevirmektedirler ve o, ondan yaşamaya başlar. Tabiî ki geçmiş önemlidir. Ancak bugün, atalarımızın yaptığı mükemmel güzellikteki tüm camileri saymaktan çok, mahallemizdeki mütevazı camimizin eskimiş çatısını tamir etmek daha önemlidir. Hatıralardan ve geçmişi arzulayarak yaşamaya sebep olacaksa eğer, bütün o muhteşem tarihi yakmak gerekecek galiba.Eğer, geçmişte yaşanamayacağını ve kendimizin bir şeyler yapmamız gerekeceğini öğrenmemiz şart olacaksa, o muhteşem abideleri yakmak daha iyi olur.
Bu yıkıcı teslimiyetçilik ve karşı gelmeme pedagojisinin, en az elli yerinde mücadele ve direniş prensiplerinin zikredildiği Kur’an adına öğütlenmesi ayrı bir paradokstur. Rahatlıkla söylenebilir ki Kur’an teslimiyetçiliği yasaklamıştır. Çok sayıda sahte büyüklük ve otorite yerine Kur’an, tek ve biricik teslimiyeti tesis etmiştir: Allah’a olan teslimiyet. Ancak Allah’a olan bu teslimiyette Kur’an insan için özgürlük inşa ederek, onu bütün korkulardan ve diğer bütün teslimiyetlerden kurtarmıştır.
Şimdi, ana babalara ve eğitimcilerimize ne tavsiyelerde bulunabiliriz?
Her şeyden evvel, gençlerde bulunan güçleri öldürmemelerini tavsiye edebiliriz. Öyle yapacaklarına, onları yönlendirsin ve belli bir şekle soksunlar. Onların uyuşuğu Müslüman değildir ve ölü birini İslam’a “çevirmenin” imkânı yoktur. Müslümanları eğitmek için insanları eğitsinler, hem de en mükemmel ve kapsayıcı şekilde. Onlara tevazudan çok şeref ve haysiyet, teslimiyetçilikten çok cesaret, merhametten çok adalet hakkında konuşsunlar. Kendi yolundan gidecek ve bunun için kimseden izin istemeyecek şeref sahibi bir nesil yetiştirsinler.
Çünkü aklımızda hep tutalım: İslam’ın ilerlemesini –her türlü ilerlemeyi olduğu gibi- sakin ve teslimiyetçi kimseler değil, cesur ve itiraz (isyankâr) ruhlu kimseler gerçekleştirecektir.
(Kasım 1971)
*İslam Deklarasyonu ve İslami Yeniden Doğuşun Sorunları, Aliya İzzetbegoviç, çev. Dr. Rahman Ademi, Fide Yayınları, 2007”
http://www.ekrangazetesi.com/haber/17495/aliya-izzetbegovic-yazdi-biz-gencligimize-her-turlu-iktidara-itaat-icinde-olmasini-ogretiyoruz.html
Rabbim hepimize izzetli bir karşı çıkış ve Allah’a hakkıyla bir teslimiyet nasip etsin.