RAKİP SEVGİSİ
Günümüzde birçok siyasi kurumda karşımıza çıkan bir olgu; “Rakip Sevgisi”
Kurumlarda mevki verilenlerin birçoğu, sırf dışarıda kalıp “aleyhte propaganda yapmasın” diye var olan kimselerden oluşuyor.
Her partide ya da belediyede bu tip uygulamaları görmek mümkün. İstisna durumlar yok değil elbette, ancak onların da “tam vazgeçilmiş”, “gitmesi kalmasından daha hayırlı” gözüyle bakılan kimselerden oluştuğunu görüyoruz. Hatta bazılarına “gitsin, kendi partisini kursun da kurtulalım” gözüyle bakıldığına da şahit olduk. İçeride olduğu halde “aleyhte çalışmasın” diye yapılan görevlendirmeler etik olmasa da, belli bir sayıya kadar uygulandığında amaçlandığı hedefi yakalamış oluyor. Yani o kimselere herhangi bir mevki verildiği zaman kontrol altında tutulmuş oluyor. Ancak bu sayı eşiği aşınca, asıl büyük sıkıntı işte o zaman başlıyor. Genellikle yerel yönetimlerin bu eşiği aşıp, rakip olarak gördüğü kimselerden oluşan bir kadro içinde kaldığını ve dolayısıyla “kendi içinde, kendi iktidarını azınlığa düşürdüğünü” görmekteyiz. Böylece, etkinlik gösteremeyen ve battal bir hal alan yönetimler; kendi iç çekişmeleri ve güvensizlikleri ile boğuşup duruyor. Son yerel seçimden bu yana 2 yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen hala bu tip belediyelerde görevden almalar, yenilerini getirmeler bitmiş değil. Siyaseti yakından takip eden birçok kimse görecektir ki; “Uzun yıllardır partililerin rakibi, karşı partiler değil, bizzat kendi partilileridir”. Tek partili dönemden sonra kurulan birçok parti bu sayede iç çekişmelere sahne olmuş ya da bu yüzden bölünmeler yaşamıştır. Dışarıdan gözlemlendiğinde insan şunu demeden kendini alamıyor; “Şayet iç rekabette sarf edilen akıl oyunları/kurnazlıklar partiler arası rekabete sarf edilse, daha güçlü ve akılcı bir şekilde konsolidasyon sağlanırdı.”
Yerel yönetim düzeyinde konuyu ele alırsak, yönetimin “kendini mecbur zannettiği” başlıkları kısaca şöyle sıralayabiliriz;
-Partisinin üst düzey üyeleri,
-Akrabaları,
-İş çevresi,
-Üyesi olduğu sivil toplum kuruluşları,
-Kulübü, cemiyeti, cemaati ve/veya dayanışma içinde olduğu çeşitli gruplar vb.
Buraya kadar hepsi maalesef “alışılagelen mecburiyetler” olarak gözükmekte. Maalesef diyorum çünkü tek mecburiyet “hizmet üretebilmek ve kente yepyeni bir vizyon kazandırmak” olması gerekirken aksine hareket ediliyor. Ve tabi ki, bu gruplarda yer alıp, ayrıcalık isteyenlerin dışında kalan hiç kimsenin benimsemediği sonuçlar ortaya çıkıyor.
Ancak yazımıza konu olan kısım bu bahsettiğimiz abeslikler değil. Çok daha ironik olan bir durum. Şöyle ki;
-Partilisi olduğu halde, kendisine burun kıvıranlar.
-Her an içeriden yukarıya jurnalleme yeteneği olanlar.
Genellikle sahil kentlerimizde bulunan ve uzun yıllardır aynı görüş doğrultusunda yönetilen kentlerde bunu sıkça görürdük. Ancak son zamanlarda bu tutum sair şehirlere de yayılmaya başladı. Kimi belediyelerde daha düşük bir dozajda, kimi belediyelerde ise bilinçsizce uygulanarak “yönetim zafiyeti” ve “hedefte birliğin bile sağlanamamasına” neden olunuyor.
Ana fikir olarak ifade etmek gerekirse;
Sizi destekleyeni sevin, rakibinizi de sevin ancak etik olmayan gerekçelerle “bir kimseyi sevmediğiniz halde”, “sunacağı katkıya inanmadığınız halde”, kamu imkânlarını kullanarak “seviyormuş gibi”, “kıymet veriyormuş gibi” yapmayın. Onları kamu imkânlarıyla yanınızda tutmaya çalışmayın. Velev ki çok maharetli bir siyasetçi değilseniz bile, bu açığınızı kamu imkânlarını kullanarak kapatmaya çalışmanın büyük vebal olduğunu unutmayın. Seçmen kitlesine karşı ise “oy veren vermeyen herkesi eşit tutmanın gerekliliğinden” zaten bahsetmemize gerek yok diye düşünüyorum. Tarihe bakıldığında; rakiplerini yanına toplayıp, sevenlerini (zaten emin olduğu için) dışarıda bırakanların sonunun hüsran olduğu da net olarak görülecektir.