HANGİSİ DOĞRU İSLAM?
Yıllarca yaptığı İslami okumalardan edindiği intibaların sonucunda şöyle bir kanaate varmıştı: “Tek bir İslam yoktu, İslamlar vardı.”Belki ilke bazında tek ve homojen bir İslam’dan söz edilebilirdi ama pratik için bunu söyleyebilmek neredeyse imkansızdı. İslam ve Kur’an dediğimiz iki ana kaynak soyut olmadığına göre onu temsil eden daha doğrusu temsil etme makamında bulunan Müslüman insanlar topluluğu vardı karşısında. Onların haline bakınca İslam’ın söylendiği gibi “birlik dini” değil de “ihtilaf dini” olduğu duygusuna kapılıyordu, çoğuz zaman. Her grup, mezhep, fırka ve cemaat kendi düşüncelerine Kuran ve Sünnet’ten referans bulmakta hiç de zorlanmıyordu. İslam tarihinde en temel ihtilaf kabul edilen Şii-Sünni ayrışmasında taraflar iddialarını ispatlamak için gerek Kur’andan gerekse hadislerden delil bulmak hususunda zorluk çekmiyordu. Sünni literatürü taradığı zaman saf ve gerçek İslam’ın Ehl-i Sünnetle olabileceği şeklinde kesin bir karara varılmış olduğunu aynı şekilde Şii literatürü incelediğinde onların da saf ve gerçek İslam’ın Ehl-i Beyt’e tebaiyetle mümkün olabileceği tarzında kesin bir karara ulaşmış olduklarını görüyordu. Neden böyle? Diye sormaya korkuyordu çünkü bu sorunun arkasında devasa külliyatların eşlik edeceğini pekala biliyordu. Sünni bir alimle konuşuyordu ona göre Şiiler tek kelimeyle sapıktı. Şii bir alimle konuşuyordu ona göre de Sünniler tek kelimeyle sapıktı. Her ikisi de öyle kafadan değil yoğun bir dini literatüre yaslanarak hüküm veriyordu. Birinin sahih dediği hadis diğerine uydurma; birinin mütevatir (kesin doğru haber) dediği bir rivayet diğerine göre yalandı. Bunların hali böyle iken onların alt kolları olan küçük grupların durumu pek de farklı değildi. Sözgelimi İkisi de Ehl-i Sünnet çizgisi üzerinde bulanan Selefilik ve Tasavvuf aynen birinciler gibi bazen daha ağır bir şekilde birbirlerini tekfir (dinden çıkarma)edebiliyorlardı. Aynı ana kaynaklara dayanarak birbirine düşman iki farklı yorum nasıl çıkabiliyordu? Bunu çok merak ediyordu. Belki diğer seküler ideolojilerde de durum bundan farksız değildi. Belki de bütün bu ayrılıkların sebebi teolojikti. İncelemeyi biraz daha derinleştirdiğinde Şii ve Sünnilerin ellerinde bulunan Kur’an’ın aynı Kur’an olmadığı şeklinde (özellikle Şii kesim tarafından dillendirilen) korkunç bir iddia ile karşılaşıyordu. Şiilerin Kur’andan sonra en güvenilir hadis kaynaklarında (Küleyni) bu tarz iddialara bolca rastlamak mümkündü. Kur’an konusunda durum bu minval üzereyse hadisleri düşünmek bile istemedi. Mu’tezile, Cebriye, Mürcie, Muattıla, Mücessime, Şuubiye gibi tarihsel fırkaların tümünün Kur’an ve hadis metinlerini algılayış ve yorumlayış tarzı birbirinden farklıydı. Aynı kaynaklar, birbirinden böylesine farklı bu grupları aynı anda nasıl besleyebiliyordu? Bu soru üzerine belki yıllarca zihin yormuştu ama sadra şifa olmayan kaçamak bazı yorumlar dışında aklı tatmin edici bir cevaba ulaşamamıştı. Günümüzde kendilerini Kuran ve hadislere nispet eden IŞİD gibi grupların sitelerine göz atıyordu yaptıkları veya yaptıkları iddia edilen o korkunç eylemleri, akıllara hayranlık veren mantıksal bir tutarlılık içerisinde ana kaynaklarla temellendirebiliyorlardı. Tasavvuf cenahı bir parça geride kalsa da aynı referans gösterme maharetini göstermekte zorlanmıyordu. Her kişi ve mezhep dışarıda geliştirdiği ve tahkim ettiği bir parametreye (usül) göre Kur’an ve Sünneti konuşturuyordu/konuşturabiliyordu. Dini metinlerin bu her tarafa çekilebilen aşırı spesifik ve kaygan tabiatı doğrusu çok ürkütücü geliyordu ona. Aynı dinin içerisinde Cad Bin Dirhem de vardı Vasıl Bin Ata da. İbn-i Teymiyye de vardı, İbn-i Arabi de. Suud alimleri de vardı, İran Ayetullahları da. Kendisi de Müslüman olmasına rağmen bazı zaman bir laik ve ateistle diyalog kurma imkanı buluyordu ama malum güruhlarla bulamıyordu. Her birinin muhiti uzun hisarlarla kuşatılmıştı. Ve sonra hayretler içerisinde soruyordu kendi kendine: “Sahi bunlardan hangisi doğru İslam?”