DİLENCİLİK
Babamın vefatının üzerinden altı yıl geçti. İnanın hislerim hâlâ onun vefatına ikna olmuş değildir. Çoğu kez sanki evinde kitaplarıyla, ilimle meşgul oluyor sanıyorum. Gün içinde, okulda veya arkadaş sohbetlerinde konuşulup da kesin bir sonuca varamadığımız konuları gidip ona soracağımı düşünüyorum. Ama acı gerçek aklımda bir şimşek gibi çakıyor, artık ondan aydınlatıcı cevaplar alamayacağımı anlıyorum. Vaktiyle anlattıkları, konuştukları, hatıraları bütün zihnimi kaplıyor. Ondan bir ışık almaya çalışıyorum. Belki de gittiği âlemde de ilimle meşguldür, hislerime çarpan düşünce bunu tasdik ediyor.
Geçen gün zekâtın konuşulduğu bir sohbette yine onun bir hatırası zihnimde canlandı. Babam maaşlı hocaların zekât veya fitre almasına karşıydı. “Zekât, hiçbir geliri olmayan fakir ve miskinlerin hakkıdır” derdi. Bir geliri olan kimsenin zekât almaması gerektiğini söylerdi.
Yöremizde eskiden beri hocalara, medrese talebelerine zekât verilirdi. Hocanın herhangi bir geliri olmayıp ilimle ve talebe yetiştirmekle meşgul olduğundan tarlada, bağ-bahçede çalışamazdı. Bu nedenle zekât alması doğal karşılanabilirdi. Ama devletten maaş almaya başlayan hocanın artık zekât kabul etmemesi gerekirdi.
Babam yıllarca talebelik, fahri müderrislik ve imamlık yaptı. O dönemde resmi bir unvanı ve maaşı yoktu. Bu itibarla bir gün kendisine “Sen hiç zekât aldın mı?” diye sordum. “Hayır, şükürler olsun ne zekât, ne sadaka, ne fitre, hiç biri bana nasip olmadı.” dedi ve bununla ilgili bir hatırasını bize anlattı:
“Talebelik yıllarımda dahi zekât almaya karşıydım. Babamın bana verdiği harçlık tutumluluğun bereketiyle yetiyordu. Ramazan-ı Şerif geldiğinde medrese tatil edilir, bütün talebeler zekât ve fitre toplamak üzere köylere dağılırdı. Ben gitmezdim. Ancak bir yıl Seyda’mızın teşviki ve ısrarıyla ben de zekât toplamak için yola çıkmaya karar verdim. Seyda benden yaşça küçük iki talebeyi de yanıma vererek bizi yola çıkardı. Yazın başlarıydı, harman zamanıydı. Ellerimizde çuvallarla köylerde dolaşıp buğday, arpa, mercimek gibi zekât mallarını isteyecek ve alıp getirecektik. Sonra da satıp parya çevirecek, kitap, giyim gibi ihtiyaçlarımızı karşılayacaktık.
İki arkadaşımla birlikte Kızıltepe’nin bir köyüne vardık. Avlusunda buğday yığını bulunan bir evin önünde iki adam oturuyordu. Biz de hemen onların yanına gittik, selam verdik. Selamı aldılar. Elimizde çuvalları görünce, onlardan biri kalkıp bizi karşıladı. O evin sahibiydi. “siz feqqe misiniz?” dedi. (Yöremizde medrese talebelerine feqqe denir.) “Evet, Biz zekât için geldik, varsa zekâtınız bir miktarını alabiliriz.” dedim. Elimden çuvalları aldı “Siz buyurun oturun” dedi ve içerdeki yığından doldurmak üzere gitti. Biz de oturan diğer adamın yanında çömeldik. O adam o köyden değildi, misafirdi. Merhaba ve hoş-beş ettikten sonra bana şöyle dedi: “Hoca, kabul edelim ki senin yüzündeki hayâ perdesi yırtılmış, sen artık utanmıyorsun; bu çocukları da dilenciliğe alıştırmaktan utanmıyor musun?”
Hiç beklemediğim bu söz, yüreğime bir bıçak gibi saplandı. Sanki üzerime kaynar sular döküldü. Zaten utana sıkıla gitmiştim, bu söz yarama ekilen tuz-biber oldu. Hemen arkadaşlara “kalkın gidelim, bu bize göre bir iş değil!” dedim ve kalkıp hızla oradan uzaklaştık. Ev sahibi içerden çıkıp peşimize düştü, bir taraftan misafirine kızdı. “Yahu ona aldırmayın, ben size veriyorum.” dediyse de biz dönmedik ve çuvalları da orada bırakıp medresenin yolunu tuttuk. İşte o başarısız girişim, benim ilk ve son zekât yolculuğum oldu. O gün bugün zekâttan uzak durdum. O sözü söyleyip de bizi uyaran adama da her aklıma geldikçe dua ediyorum. Ondan olmasaydı belki de biz de zekâta alışır, zekât toplamayı meslek edinirdik. Çünkü bu bir nevi dilencilik gibi bağımlılık yapıyor.”
Babam, bilgileriyle ve hatıralarıyla bize ışık tutmaya devam edecektir inşallah. Nur içinde yatsın. Makamı cennet olsun. Bir kez daha onu rahmetle ve minnetle yâd ediyoruz. Bu vesileyle bütün okurlarımızın da ölülerine rahmet dilerim.