SİYONİST İSLAM-4
Normalleşme ve İsrail’in Tanınması/”Var Olma Hakkı”
İsrail’in kuruluş ve meşrulaştırılma süreçlerini hatırlayalım. Vücudun kabul etmediği bir organ gibi. Hala öyle. Yüzyılın anlaşmasını da BM üzerinden aklama çabası var. Ben yaptım oldu tarzıdır ama defakto da olsa oluyor işte. Tepkisizlik ve parçalanmışlık devam ettiği sürece de olacak ve bu utanmazlık, bu işgaller diğer coğrafyalarda da sürecek.
Aslında BM, İsrail’in varlığını meşru gördükten sonra tarafsızlığını açık şekilde göstermiş oldu. Bu aşamada Müslüman ülkelerin, İsrail’in varlığını/meşruluğunu tanımakta değil; BM’den ayrılma konusunda acele davranmaları gerekirdi. Yapmaları gereken buydu. Ama hala aynı. İşgal neredeyse tüm Filistin’i kapladığı ve diğer İslam topraklarına da yayıldığı halde, bırakın karşı durmayı, bir yumruk da biz vuruyoruz, işgalcilerin safında bu ifsad projelerine katılıyoruz.
İsrail, hem BM’ nin baskı ile meşrulaştırılan hem de Filistin toprakları üzerinde kurulmasından ve hem de Siyonist ideolojisinden dolayı meşru değildir. İki nedeni elesek bile; sırf Filistin toprakları üzerinde kurulmuş olması; onun meşru olmaması için yeterli bir nedendir.
BM’ nin İsrail’ in kurulmasına onay vermesi; BM’ nin meşruluğunu sonlandırmıştır. BM, Müslümanlar için bağlayıcı olmamalıdır. Buna güçleri yetmiyor ve birlik olmamaları ya da kendilerinin uluslararası kurumları yok diye BM’ ye yolları düşüyor olsa bile, İsrail’ i tanımak zorunda değiller. Bu, çok anormal ihanete, normalleşme adını vermeleri ise ayrı bir kepazelik.
Müslüman ülkelerin; 67 sınırları veya iki devletli çözüm gibi söylemleri de aslında bir tuzaktır ve uluslararası hukuk kaidelerine aykırıdır. Çünkü bu söylem; işgali meşrulaştırıcıdır. İsrail için uygulanacak adil uygulama; İsrail devletinin lağvedilmesi ve bu süreç boyunca işgal, işkence, suikast, tehcir ve diğer savaş suçlarını işleyen Siyonistlerin ve onlara destek olanların yargılanmasıdır.
Siyonist İslam etkisi ile NATO ve diğer terör yapıları/devletleri tarafından saldırıya uğrayan coğrafyalarda mazlumların yanında olamıyoruz çoğu kez.
İslam ülkelerinin yapamadığı ya da onlara yaptırılmayan; genel düşmana karşı birbirleri arasındaki ihtilafları bir kenara bırakmalarıdır. Bunu, sadece zayıf olmakla açıklayamayız. Tarihte de çoğu kez; bizden görünen her söylemin bir arka planı olduğu hep sonradan açığa çıkmıştır. ‘Fakat’ ve ‘ama’ larla bugünkü İsrail’e biat etme pozisyonuna nasıl gelindiğinin tahlilini sağlıklı yapamadığımız zaman; Siyonist İslam’ı doğru anlayamayız. Ancak tarihte yaşananların aynısı da, farklı versiyonları da hep yaşandı ve şu an itibariyle de yaşanmaktadır.
Siyonist İslam’ın geçmişteki ayak izleri yine de önemlidir.
“Özellikle "dindar-muhafazakar-sağcı-İslamcı" (artık nasıl derseniz) çevrede, İstiklal Marşı şairimiz merhum M. Akif'in şu mısraları meşhurdur: "Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!/Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?/'Tarih'i 'tekerrür' diye tarif ediyorlar;/Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?"
Şüphesiz "ibret" alabilmek için "kolektif siyasal hafızamızı" sorgulamaya ihtiyacımız var. Kendi tarihini, kendi geçmişini kutsayan; klişelerle, hamasetle, sloganlarla, etiketlerle, kalıpyargılarla, önyargılarla hareket eden bir bakış açısının ibret alması nasıl mümkün olabilir? Böyle bir bakış açısı "tekerrüre mahkum" değil midir? Burada yazacaklarım "anlamaya" niyeti olanlar içindir. Tahkir ve manipülasyonla ayakta duranlar için yapabileceğimiz bir şey yok.
Merhum Necip Fazıl'ın, 17 Mayıs 1956'da, Büyük Doğu'da yayınlanan yazısının başlığı "Şehinşah" idi. "Dost İran Şehinşahı topraklarımızda" diye başlayan yazı şöyle bitiyordu: "Asırlardan beri rüyası görülen inkılâp çapında bir davranışın başında bütün Doğu aleminin nurânî şehrâyinlerle parıldatması gereken bu dâvanın muazzam zafer tâkı altından geçerek, işte İran Şehinşahı topraklarımıza girmiş ve safalar getirmiştir. Tâkın bir kenarında da, bu âzim eserin mimarına ait küçük bir imza vardır:Adnan Menderes. Bu dâva, şah dâvaların şehinşahıdır."
Necip Fazıl'ın, muazzam edebiyatıyla süslediği davanın adı Bağdat Paktı'ydı. O yıllarda, dindar muhafazakarların yayın organlarında Bağdat Paktı'na ilişkin böylesi bir coşkulu dili görmek şaşırtıcı değildi. Necip Fazıl'ın dışında Eşref Edip, Bediüzzaman Said-i Nursi gibi büyük isimler Bağdat Paktı'nı selamlayanlar arasındaydı. Sebilürreşad ve Büyük Doğu gibi dindar kesimin önde gelen dergileri, Bağdat Paktı'nı tezahüratla karşılayan pek çok haber yaptı; onlara göre "İslâm Birliği" kuruluyordu.
Bağdat Paktı ilginç bir birliktelikti. 24 Şubat 1955 günü saat 23.30'da Bağdat'ta Adnan Menderes ve Nuri Said Paşa'nın imzalarıyla hayata geçti. Sebilürreşad'ın sahibi Eşref Edib'in Temmuz 1957'de "anlayışlı hükümet reisi" olarak tanımladığı Nuri Said Paşa, aslen bir Osmanlı subayıydı. Osmanlı ordusuna 1909'da katılmıştı. İngiltere'nin desteğiyle çıkarılan Arap isyanlarında Osmanlı'ya karşı savaşmış, daha sonra İngilizler tarafından Irak'a başbakan yapılmıştı. 8 kez başbakanlık koltuğuna oturan Nuri Said Paşa, sıkı İngiliz yanlısı tutumunu ölümüne kadar sürdürdü. Bağdat Paktı devam ettiği sürece, Nuri Said Paşa'nın Osmanlıları arkadan vuran tarihi rolü önemsenmedi.
Üstad'ın "dost İran Şehinşahı" dediği kişi, Şah Rıza Pehlevi'ydi. "Dost İran" tahmin edilebileceği gibi o zamanlar da Şii'ydi. Şah Rıza Pehlevi de Nuri Said Paşa gibi Batıcıydı. İkisinin ortak bir özellikleri daha vardı. Her ikisi de bir süre önce ülkelerinden kaçmış, Nuri Said Paşa'yı İngiltere, Şah Rıza'yı ise ABD tekrar geri getirip ülkenin başına geçirmişlerdi. Şah o meşhur sözünü, CIA Tahran İstasyon Şefi Kermit Roosevelt'e o zaman söylemişti: "Tahtımı Allah'a, halkıma, orduma ve size borçluyum."”
… Düşünüyorum da, o günler de yazıyor olsaydık muhtemelen "Nasır'cı", "Mısırcı" olarak etiketlenecektik.
Bu tarihin önümüze koyduğu soru şudur: Bizim dostumuzu-düşmanımızı kim belirliyor? 1950'lerde İran'ı "dost", Mısır'ı "düşman" yapan temel parametre nedir?
Mezhep mi? Etnisite mi? Niçin o yıllarda "Şii İran" bizim dostumuz oluyor da, "Sünni Mısır'a" düşman oluyoruz? Niçin Süveyş Krizi sırasında "Acem oyunları" değil de "Arapların bizi arkadan vurduğu" söylemi revaç kazanıyor? Niçin Nasır "fitneci" oluyor da, Nuri Said Paşa'yı "anlayışlı hükümet reisi" yapıyoruz? Bağdat Paktı'nı "İslam Birliği" olarak görmemize sebep olan yanlış nedir, nerededir? Niçin bizim siyasi olayları okuyuşumuz nihayetinde ABD-İngiltere-İsrail üçlüsüne hizmet ediyor? Bizi kim manipüle ediyor? Kim bizi sürekli bir başka şeyle korkutup Amerika'nın yanında hizaya çekiyor? Niçin manipülasyona bu kadar yatkınız?
Bağdat Paktı, 1959 yılında Irak'ta yapılan darbenin ardından adını değiştirerek yoluna devam etti. Yeni adı, Türk siyasi tarihine 27 Mayıs 1960 darbesinde okunan bildiriyle kazındı: CENTO. Bildirinin son cümlesi şöyle bitiyordu: "NATO'ya, CENTO'ya bağlıyız"
CENTO'ya bağlılık 19 yıl daha devam etti. 1979'da İran'da Şah'ın devrilmesiyle birlikte CENTO da tarihe karıştı.
Şimdi sıra NATO'da. O da tarihe karışacak inşaallah; tabii ki ibret almaya niyetliysek.””
https://www.milligazete.com.tr/makale/3583792/mucahit-gultekin/dostumuzu-dusmanimizi-neye-gore-belirliyoruz
“Boşaltılmış ve etkisiz kılınmış kendi sorunlarıyla boğuşan bir Suriye, Ürdün’ün teslimiyeti, Lübnan’ın direnişi, Filistin’in kuşatılmışlığı, Mısır’ın ve Arap ülkelerinin çoğunun tamamen teslim oluşu sonuçları belirliyor. Irak, İran ve Türkiye’nin içinde bulundukları durumlar ortada. Arap Baharı karabasanı Müslümanların öngörüsüzlüğü ile bugüne gelindi.
Tarihte yaşananların benzeri tekrarlanıyor. Aslında değişen bir şey yok.
Kudüs özelinde Filistin ve bölge sorunları, Türkiye’deki sorunların tamamı iç içe. Biri diğerinden bağımsız değil. Bunları birbirinden ayırmadan ya da bütüncül değerlendirmeden sağlıklı sonuçlara ulaşılamaz. Gördüğümüz şu; kritik dönemlere emperyalizm bir hamlede bulunur, bu tarafta hamasi duygular sloganlarla iç boşaltılır, ortalık biraz durulur gibi olur, o atılmış adımlar üzerinden bir süre soğuma olur. Aslında o ilk adımda olan olmuştur. Peşi sıra diğer hamleler gelmeye başlar.
Suriye hamlesi emperyalizmin öngörüsü ile sürüklenilen durum hiç de hayrımıza olmadı. Bu sadece bizi meşgul etmedi ve yıpratmadı ve çözümsüz bırakmadı. Asıl hedef Filistin ve Kudüs’tü. Ne yazık bu hamleye bizler dâhil olduk emperyalizme katkı sağladık. Bir bütün olarak. Gidişatı etkileyecek parça bölük hamleler değil büyük ve bir çığ gibi büyüyen bir hamle ile olabilir. Abede’yi bölgede tedirgin edecek büyük bir ses ve büyük bir çıkış. Bir zamanlar Abede bölgede itibar yitirince politikalarında görece kimi hamlelerde bulunmuş uzun bir süre içinde toparlanmıştı. Şimdi güç tamamen onlarda görünüyor. Bu gücü durduracak büyük bir çıkış Müslümanların birlikteliğinin büyük bir hamlesiyle olabilir. “
https://www.milligazete.com.tr/makale/3622056/ali-haydar-haksal/kudusun-isgali-bir-sonuc
“2011 yılında Suriye’de başlayan iç savaş Türkiye İslamcıları için tam bir turnusol kağıdı oldu.
Amerika’nın öncülük ettiği, Türkiye, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin taşeron olarak kullanıldığı bir muhalefet organizasyonu gerçekleştirildi.
Türkiye iç savaş öncesi yağlı-ballı olduğu Esad’ı bir anda düşman ve katil ilan etti. Türkiye İslamcıları da önemli ölçüde Ak Parti iktidarı ile aynı safta yer alarak ‘Suriye Devrimi’ hedefini seslendirdiler. Amerika güdümünde bir devrimin nasıl olabileceği ve neye hizmet edeceği soruları hiçbir zaman cevaplanamadı.
Suriye’den sonra sıranın kendisine geleceğini görmesi, İran’ın Esad’ın yanında yer almasına neden oldu. Amerika ve İsrail’in Suriye’deki oyununun bozulması için Esad’a destek kararı alındı.
Suriye iç savaşı süreci Türkiye İslamcılarının sağcılaşma serüvenini hızlandırdı. Anti emperyalist, ümmetçi damar yerini Sünnici ve Yeni Osmanlıcı olarak tanımlanan yeni bir damara bıraktı.
Bu yeni damar artık Amerika’yı değil İran’ı hedefe koydu. Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail’den bu yana İran ile ilgili tüm defterler yeniden açıldı.
Önce İran’ın Türkiye için rakip olduğu konusu tüm zeminlerde işlendi. Ortadoğu’nun çeşitli yerlerinde Amerika’ya karşı ağırlıklı Şii örgütler tarafından yürütülen mücadele; direniş olarak değil, Şii yayılmacılığı şeklinde lanse edilmeye başlandı.
Bir zamanlar Türkiye-İran dayanışmasından söz edenler artık İran’ı tehlikeli bir rakip olarak vasfediyorlardı. ‘İran büyürse Türkiye küçülür, Türkiye büyürse İran küçülür’ şeklinde ifade edilen bir rekabet dillendiriliyordu.
Kasım Süleymani suikasti bizi yeni bir evreye taşıdı. Amerika’nın bir Müslümanı şehid etmesinden haz duyulması, davul-zurna ile bu suikastin kutlanması; İran’ın artık sadece rakip değil, hasım olarak ilan edildiği anlamına gelir. Bu husumetin yanında Amerika ve İsrail’e duyulan husumetin çok küçük kaldığını söylemek de abartı olmaz.
İran’ı hasım ilan eden eski İslamcı güruh için ümmete ya da bölgemize öncülük yapmanın olmazsa olmaz koşulu Türk ve Sünni olmaktır.
Kendi kavmini ya da mezhebini daha fazla sevmek ya da daha tutarlı görmek normal bir tutumdur. Ancak kavmini ya da mezhebini takıntı seviyesinde yüceltmek, söz konusu olan kavmi ya da mezhebi olunca hak ve adalet körlüğü yaşamak sapkın bir ideolojiye işaret eder. Bu ideoloji faşizmdir.
Gelinen nokta; eski İslamcı bu güruhun önce sağcılığa, şimdi de faşistliğe evrildiğinin emarelerini taşıyor.
Ümmetin tüm unsurlarının masada eşit şartlarda oturduğu bir dayanışma yerine, Türk ve Sünni olanın otomatikman lider olduğu ve kalanların da ona tabi olduğu bir ümmet beklentisi sadece Amerika ve İsrail’in işine yarar. Kavmi ve mezhebi olarak bölünmüş ya da kastlara ayrılmış bir ümmet zilletten kurtulamaz.
Söz konusu değişimin üç temel nedene dayandığını düşünüyorum:
- Bu kesimin abi ya da üstadları kendilerini İslamcı olarak tanımlasalar da, ideolojik mayaları her zaman Türk-İslam sentezi olarak kaldı. 1970-1990 arası esen ümmetçi kasırga bunlarda İslamcı bir öz oluşturamadı, ancak İslamcı bir kabuk oluşturdu. Görüntüleri İslamcı, fakat ruhları ve zihinleri Türk-İslam sentezi ile hemhal bir taife… 1990 sonrası Amerika’nın bölgemizdeki işgalleri, ekonomik yaptırımları, kültürel operasyonları karşısında ümmetin çaresizliği bu taifeyi önce devrimcilikten sonra ümmetçilikten kopardı. Özlerine dönerek Yeni Osmanlı tezine sıkı sıkıya yapışmakla kalmadılar, Müslüman kitleyi de belirli ölçüde etkilediler.
- İlgili kesimin bazı önde gelenlerinin Suudi-Körfez cephesi ile kısmen platonik kısmen finansal bir aşk yaşadığına dair ciddi işaretler mevcut… Köşe yazılarında, televizyon programlarında Suudi güzellemeleri ile Suud-Amerika ittifakının değirmenine su taşıdılar. Bu zevatın önemli bir kısmının Suud-Körfez hattından nemalandığını da biliyoruz. Suud’un para ile adam satın alma konusundaki ünü hepimizin malumudur. Gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın katledilmesi bu süreci yavaşlattı ise de tamamen durduramadı. Süreç ağır da olsa işliyor.
- İran İslam Devrimi’nin zaafları da değişimi körükledi. Devrimin siyasi ve askeri duruşundaki örneklik diğer alanlara yansımadı. Ekonomik, kültürel, sosyal bir örneklik oluşturulamadı. Bunda dış baskılar kadar içteki yanlışlıklar ve beceriksizliklerin de etkisi oldu. Bazı İranlı mezhepçi mollaların başka ülkelerde mezhep satmaya kalkışmaları her zaman devrimin aleyhine işledi. Diğer önemli bir zaaf da İran’ın kendi tezleri ile ilgili kamuoyunu aydınlatma konusunda yetersiz kalması idi. Hem ümmet, hem de dünyanın mazlum halkları İran’ın düşünce ve duruşu ile ilgili zamanında ve doğru bilgiye çoğunlukla ulaşamadılar. Amerika elindeki iletişim ve bilişim gücü ile kara propaganda yaparak İran’ı şeytanlaştırmaya çalıştı. Tüm bu hususlar İran İslam Devrimi’nin itibarını zedeledi.
Tek başına Türkiye, tek başına İran, tek başına Pakistan, tek başına Malezya; küresel sisteme ve Amerikan emperyalizmine rağmen çıkış yapamaz, ümmetin ve dünyanın kurtuluşuna giden yolu açamaz.
Ancak ve ancak birlik olursak, Amerika’ya ram olmayan İslam ülkeleri ittifak ederse, İslam Birliği gerçekleşirse; ümmetin ve dünyanın kurtuluşuna giden yolu açabiliriz.
Ümmet bilinciyle, ümmetçi bir bakış açısıyla, mezhepçiliği ve kavmiyetçiliği dışlayarak aydınlık bir geleceği oluşturabiliriz.
Mezhep ve kavmiyet kokan her türlü düşünceyi ve duruşu lanetlemeliyiz. Kavmi ve mezhebi ne olursa olsun, Müslüman Müslüman’ın asla rakibi veya hasmı değildir.”
http://www.islamianaliz.com/m/3795/turkiye-islamcilarinin-hazin-evrimi
Sonuç olarak; tarihi doğru tahlil etmek; bizleri şimdi yaşananları da doğru tahlil etmeye götürmeli. Bu olmuyorsa, ortada ciddi bir kasıt var demektir. Bu bağlamda bazı hususlara dikkat çekerek sonlandırmak istiyorum.
Siyonist İslam’ ın ana ruhunu doğru saptamalıyız. O, çoğu kez masum veya doğal görünümlü bir ambalaj içerisindedir ki; biz onu doğal olarak gelişen tarihi bir seyir olarak algılayabiliriz.
Bu bağlamda; daha 1982 yılında Suriye’ nin Hama katliamının iç yüzünü araştırmalı ve İran-Irak savaşı devam ederken İran’ın destek aldığı tek Arap ülkesi olan Suriye konusundaki ısrarın görünmeyen sebeplerini/diğer körfez ülkeleri üzerinden kurulan ve emrin batı tarafından verildiği projeleri dikkatle incelmeli.
İsrail’in kuruluşunun ilk yılları başta olmak üzere İslam ülkeleri ve Arap dünyası için büyük tehlikenin İsrail olduğu ama diğer bir kısım İslam ülkeleri için ise tehlikenin Komünizm olmasının nedenlerini iyi incelemeli.
İsrail dururken, Arap baharıyla düşürülemeyen Suriye’ ye neden topyekun bir saldırı başlatıldığının ana nedenlerini iyi incelemeli. Arap baharı ve son olarak Suriye’ ye saldırı konusunda hangi ülkenin/eksenin nerede durduğu ve ne yaptığı iyi irdelenmeli.
Afganistan’ın Rusya tarafından işgalinde, birçok ülke gençlerinin-tıpkı bugün Suriye’ye koşmaları gibi- Afganistan’a koştuklarının –bu hassasiyeti eleştirmiyorum- ama ABD tarafından işgal edilirken; bırakın gençlerin aynı yönlendirmeyle oraya gidip ABD işgaline karşı savaşmasını, o ülkelerin askerlerinin bile işgal güçleriyle birlikte hareket ettiklerinin nedenlerini iyi incelemeli.
Siyonist İslam ruhu, hepimize az ya da çok sirayet etmiştir.
İsrail, ABD ve diğer teröristler bizlere her türlü zilleti yaşatırken; onlara karşı kınama ve endişe söylemleriyle yetinen bizler; biz İslam ülkelerinin kendi aralarındaki en küçük bir anlaşmazlıkta nasıl kahraman kesildiğimizin derin arka planını iyi incelemeliyiz.
Libya, Irak, Gazze, Afganistan, Yemen, Sudan ve Suriye’ de yaşanan nedir? Bunlar aynı savaşın cepheleri değil mi?
Antisemitizm, uluslararası toplum, İsrail’in kendini koruma hakkı gibi tuzak ve gayri meşru söylemleri kullanmamalıyız ve bu algılara karşı uyanık olmalıyız.
BM veya farklı küresel güçlerin haksızlıklarını aklayan kurum ve kuruluşların, bir haksızlığı, işgali onaylamalarının veya kabul etmelerinin, yapılanın haksızlık olduğunu değiştirmeyeceğini bilerek politika ve tutum gerçekleştirmeliyiz. Bu bağlamda; -direniş unsurları bile kimi zaman etkilense veya onlara dayatılsa bile- iki devletli çözümün, İsrail’ in var olma hakkı, İsrail’ in kendini savunma hakkı, 67 sınırları gibi söylemlerin kullanılması doğru değildir ve bu söylemler İsrail’ in meşruluğunu ve işgali tanıma anlamı taşır. Bu söylemleri kullanarak; Filistin’ e destek veriliyor algısı oluşturma girişimleri Siyonist İslam özellikleri taşır ve aynı mutfağın ürünüdür. İsrail’ in var olma hakkı yoktur ki; kendini savunma hakkı olsun.
Adım adım gelen yüzyılın fitenesi sürecinde; söylem ve eylemlere bakılmalıdır. İslam coğrafyaların’ a yapılan saldırıların İsrail’ in güvenliği ve genişlemesine katkıları olduğu halde nerede durulacağı iyi tahlil edilmelidir.
Türkiye ve diğer İslam ülkelerindeki üslere, siyasi yapılara, kurdukları paktlara/ittifaklara, uluslararası ittifaklara, kurum ve yapılarını hangi ülkeleri model alarak yapılandırdıklarına, darbelere mesela; 12 Eylül darbesine, o dönemdeki Rabıta denen Suudi yapılanmasının faaliyetlerine, CİA’ nın Pakistan’ da yetiştirdiği cihatçı grupların zihniyetleri ve kullanıldıkları yerlere, İslam ülkelerindeki STK’na, cemaatlere, tarikatlara, Laikliğin nasıl uygulandığına, Diyanet ve benzeri kurumların işleyişine dikkatlice bakılmalıdır.
Guantanamo, Gazze, Yemen, Suriye, Libya, Irak gibi kanayan yerlerimiz dururken; demokrasiden, insan haklarından, müttefiklikten söz etmenin anlamsızlaştığı ortadadır.
Seyyid Kutup’ un Antiamerikancı duruşu, Camp David Anlaşmasını imzalayan Enver Sedat’ ı öldüren Halid İslambulli ve Filistin direnişinin önemli unsuru Haması bünyesinden çıkaran ama geçmişinde ve tüzüğünde silah kullanmak olmayan ve bir ihya hareketi olan İhvan’ ın, bütün uyarılara rağmen 1982’ de, Mısır’ da değil de; ısrarla Suriye’ de bir ayaklanma başlatmasını; Hama’ da üzücü/kahredici bir katliamla sonuçlanan bu kalkışmanın saiklerini iyi tahlil etmeliyiz. Aynı ısrar, neden 2011’ de de tekrar Suriye için nüksetti? İşte Siyonis İslam’ ın ne olduğunu, bu soruların doğru cevaplarında aramalıyız.
Bunun bir tuzak olduğu açıkça belli olduğu halde ve aklıselim tüm stratejist askeri ve sivil otoritelerce belirtilmesine rağmen; aynı ruh, aynı algılar ile Suriye’ de savaşa sürüklenmemiz isteniyor. ABD’ nin, bizi bu savaşa iterek zayıflatmak istediği açıkça ortadadır.
Kuveyt’ i işgal etmesi için ABD’ nin Saddam’ a yaktığı yeşil ışığı hatırlamalıyız. ABD’ nin, Türkiye’ nin dostu olmadığı gerçeğini akılımızdan çıkarmamalıyız.
Siyonist İslamcı algı ve eylemlerin, Suriye ve bölge politikalarında Türkiye’ yi zora sokacağının görülmesi/gösterilmesi oldukça önemlidir. ABD, bunu istiyor, İsrail, bunu istiyor, bu kesin. Türkiye zayıflatılmak isteniyor, bunu görmeliyiz. Bölge ülkeleriyle dayanışma ve iletişim; ABD ve İsrail eksenine karşı ve Rusya ile ihtiyatlı birliktelikten başka, bu süreci en az zararla atlatma/çıkış yolu görünmüyor.
Rabbim, İslam beldelerinde savaşan tüm evlatlarımızın namlularını, birbirlerinden gerçek düşmana çevirmelerini nasip etsin, acılarını bizlere göstermesin. Zihinlerimizin ve coğrafyamızın, ABD, İsrail/Siyonist İslam hegemonyasından kurtulmasını çabuk eylesin.