HER ALANDA KÖKLÜ POLİTİKALAR
Bu hafta mühim olduğunu düşündüğüm birkaç meseleye değinmek istiyorum. Bunlardan ilki mevsimlik tarım işçileri. Malumunuz olduğu üzere birkaç gün önce Konya’ da meydana gelen trafik kazasında 5’i çocuk 7 tarım işçisi hayatını kaybetti. Ölenlere Allah’ tan rahmet; yakınlarına sabırlar diliyorum. Mevsimlik tarım işçiliği kanayan bir yaramız ve maalesef bu konuda yeterli ve köklü tedbirler alınmıyor. Güneydoğu bölgemiz başta olmak üzere on binlerce mevsimlik tarım işçisi aile bulunmakta. Bu aileler, rutin olarak her yıl nisan ayından başlayarak tarlalarda çalışmak üzere batı illerine göç etmektedirler. Elbette bu konunun; köklü çözüm gerektirmesi, topraksız köylü ve çiftçilerin toprak sahibi yapılması ve daha makro düzeyde tarım politikalarının devreye sokulması gibi yönleri var. Bu talepler noktasında bir umut uzak görünmekte. Ancak bu ailelerin yollarda, son kazada da görüldüğü gibi, çoluk çocuğuyla hazin son yaşamalarının önüne bir türlü geçilemedi. Bu ailelerin; barınma, sağlık ve çocuklarının eğitim sorunlarının dahi çıkarılan genelgeler ve bazı lokal tedbirlerle hafifletilmesi de bu son kazayı önlemeye yetmedi. Bu da taşınmayla ilgili tedbirlerin yeterli olmadığı ya da uygulanmadığından kaynaklanıyor olabilir. Her yıl bu tarz kazaların yaşanması ve ardından unutulması üzücüdür ve bu yönde de on binlerce aileyi ilgilendiren bu sorunun köklü bir çözüme kavuşturulması hususunda yetkili kurumların bir şeyler yapması beklenmektedir. Çünkü bu konu medyayı ve STK ları aşan bir niteliğe sahiptir. Durumun mahiyetini daha iyi görebilmek açısından; Şanlıurfa Çocuk Hakları Komisyonu’ nun yaptığı basın açıklamasından kimi kesitlere bakalım:
"339 BİN ÇOCUK TARIMSAL ÜRETİMDE ÇALIŞIYOR
Mevsimlik tarım işçiliği için Türkiye’nin her yanına; mevsimlik işçi gönderdiğini böbürlenerek aktaran siyasilere sesleniyoruz. Bu durum böbürlenilecek bir durum olmayıp, Mezopotamya deltasına biçilmiş makus bir talihin ve ayıbın portresidir. Çocuğun yeri; okuldur, parktır. Gelişimine katkı sunabilecek her yerdir. Türkiye’nin ve yerelde bölgenin çocuk işçiliği ve mevsimlik tarım işçiliğindeki tablosu çok vahim olmakla beraber, Türkiye’de 6-17 yaş grubunda toplam 893 bin çocuk çalışmaktadır. Bu veri, bu yaş grubundaki bütün çocukların yüzde 5,9’una ve 15-17 yaşındaki çocukların ise yüzde 15,6’sına karşılık gelmektedir. Çalışan çocukların yüzde 52,6’sı ücretli işçi olarak çalışırken, yüzde 46,2’si ücretsiz aile işçisi olarak çalışmaktadır. Çalışan çocukların yüzde 44,7’si (399 bin çocuk) ise tarımsal üretimde çalışmaktadır. Mevsimlik gezici tarım işçiliği tarımsal üretimde ortaya çıkan ücretli işçilik biçimlerinden biridir. Tarım işçisi aileler ne kadar çok aile üyesini çalışma sürecine dahil edebilirlerse haneye gelen gelir de o kadar artmaktadır. Bu sebeple çocuk işçiliği ailelerin geçimlerinde önemli bir araç(!) olmaya devam etmektedir." …BİHA/https://www.gazeteipekyol.com/gundem/tarim_iscisi_cocuklar_icin_urfa_dan_dayanisma_cagrisi-h54581.html Bu konu gerçekten de çok yönlü. Özellikle ülkenin tarım, ekonomik ve eğitim politikalarıyla da ilgili ve hatta hukuki bir özelliğe sahip. Zira çocukların okullarından uzak kalması, işçi olarak çalıştırılması ve daha farklı mağduriyetlerin oluşması, ciddi hak kaybı ve hak ihlallerini de beraberinde getirmektedir. Ne yazık ki Urfalı siyasetçiler, yerel yöneticiler ve STK lar bu konuda toplumu tatmin edecek bir çözüm ortaya koymaktan uzaklar. Sanırım meselenin, onları aşan birçok yönü var. Köklü politika değişiklikleri gerektirmesi gibi.Ne yazık ki bu yönde bir işaret de görememekteyiz; ortada ne insan hayatının değerliliğine dair bir duyarlılık ne de bir çözüm arayışı var. Ölen öldü ve şimdiden birçoğumuz unuttuk bile.Bu sorunun sayısal ve niteliksel büyüklüğü ciddi politikalar ve projeler gerektirmektedir. Mülki idarelerin ve yerel yönetimlerin aldığı tedbirler ve kararlar olumlu olmakla beraber; yaraya merhem olmaktan uzaktır. İLO sözleşmelerine de aykırı olan bu gidişat, ciddi olarak irdelenmeli ve köklü tarım politikaları değişiklikleri bağlamında geniş katılımlı çözüm arayışlarına gidilmelidir.
BEBEK ÖLÜMLERİNDE DİKKAT ÇEKİCİ RAKAMLAR: URFA VE ANTEP
Üzerinde durulması gereken bir konu olduğunu düşünüyorum. Bakıp geçilmemeli ve -gazetemizin yaptığı gibi- gündeme taşınmalıdır. “Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) İllere Göre Türkiye’de Bebek (0 Yaş) Ölüm Sayıları (2019 Yılı) adlı araştırmasına göre Türkiye’de geçtiğimiz yıl 10 bin 770 bebek ölümü gerçekleşti. Şanlıurfa 926 bebek ölümüyle İstanbul’dan sonra ikinci sırada yer alırken ilk 10 ilin sıralaması ise şöyle oluştu: “1-İstanbul: 1.528 ölüm; 2-Şanlıurfa: 926 ölüm; 3-Gaziantep: 681 ölüm; 4-Ankara: 512 ölüm; 5-İzmir: 360 ölüm; 6-Diyarbakır: 338 ölüm; 7-Hatay: 302 ölüm; 8-Van: 290 ölüm; 9-Adana: 283 ölüm; 10-Konya: 260 ölüm” BİHA/ https://www.gazeteipekyol.com/gundem/2019_yilinda_urfa_da_gerceklesen_bebek_olumleri_aciklandi-h54551.html Toplumumuzun da önemli bir ilkesi olan; insan hayatının önemli/değerli olduğu unutulmamalı. Nüfusa oranlandığında, bu ölümlerin hayli yüksek olduğu dikkat çekiyor. Bunun nedenleri araştırılmalı ve gerekli tedbirler acilen alınmalıdır. Yanlış bir uygulama veya politika, ihmal veya ihlalin olup olmadığının da ortaya çıkması ve ne gibi tedbirler alınabileceğine yönelik olarak; bu konuda sağlık yöneticilerinin ve siyasilerin açıklama yapmaları, bu yüksek bebek ölümlerinin nedenlerini ortaya koymaları gerekmektedir, diye düşünüyorum.
GENÇLERİN İSTİKBALİ VE ÜNİVERSİTE SINAVLARI
ÖSYM tarafından gerçekleştirilen üniversitelere giriş sınavına (YKS), yaklaşık 2,5 milyon kişi katıldı.Sınava giren tüm gençlerimize başarılar diliyorum.Seksenli yıllara kadar bile öğrenciler derslerdeki yazılı sınavlar hariç, bu denli bir sınav esaretine maruz bırakılmamıştı. Ancak daha sonra aşama aşama hayatımız değişti. Özal iktidarı ile başlayan liberalleşme ve sonraki yıllarda küreselleşmeyle gelen değişimler tüm alanlarda kendini hissettirdi. Öncesinde mesela; bir inşaat ustası; o günkü koşullarda/standartlarda evinin geçimini sağlayabiliyordu. Sonraları her şey zorlaştı. İş bulmak, iş bulsa bile geçinebileceği bir ücret alabilmek, üniversiteye yerleşmek, üniversiteyi bitirince işe girebilmek, iyi liselere hatta iyi ilkokullara kayıt yaptırabilmek de daha zor ve talep edilir hale geldi. Daha okuma yazmayı öğrenir öğrenmez önüne test koyarak ve sınav stresini yükleyerek çocuğa yaşattığımız zulüm öyle bir hale geldi ki; çocuk; üniversiteyi kazansa; bitirse bile iş bulabilmek için birkaç yıl KPSS denilen canavarla boğuşmak zorunda. İlkokuldan başlayarak test çözdürmeye, dershaneye, etüt evlerine, özel derslere göndererek insanlıktan çıkarmak için elimizden geleni yaptığımız, el birliğiyle hareketsiz bırakıp doğasından uzaklaştırdığımız, psikolojisini bozduğumuz, onun için aile ve toplum yaşantımızı değiştirdiğimiz ve üniversiteyi bitirse bile bir iş veya elinden tutup yetiştireceğimiz, bilgi ve deneyimlerinin körelmemesi ve değerlendirilmesi için kendisine bir program sunamadığımız çocuklarımızın; yarın ve öbür gün girecekleri sınavı ve bu toplumun bir kısmı için tüm bunlara gerek olmadan memur olabilme mekanizmaları açık iken, bu kitlenin hayat maratonunun doğal olup olmadığını sorgulamamız gerekmiyor mu? Zaten özel sektörde de aynı istihdam sorunu var. Yanlış giden bir şeyler var, bu kesin. Bu doğal olmayan esaretten kurtulmalı, bu eğitim/yaşam sisteminden kurtulmalı. Bu maraton sonunda otuzlu yaşlara gelip bir lokma ekmeğin ve bir aile kurmanın garanti olmayacağı düzeneğe son vermenin yollarını aramalıyız.Tüm bunların kökeninde, toplumsal bir mühendislik olduğu gerçeği var gibi. Oyalama, erteleme var. Öğrencilerin hakları, işsizlerin hakları, memurların hakları velhasıl alacaklı olan tüm kesimlerin hakları sistematik bir oyalama ve ertelemeye tabi tutulmuş durumda. Bu gidişat, hangi yanlışlardan kaynaklanıyor?Bunun siyasi, ekonomik ve sosyal anlamda üç ana sebebi var.Birincisi; oluşturulmak istenen toplum modeli.Bireyci, seküler, dünyevi, itatkar, konformist ve hedonist. Sisteme/patrona bağlı, bağımlı, mahkum. Ailesinin de kendisinin de tek derdi kendisi olan bir ‘birey’ tipi ve tabii ki; tek derdi bu bireyi ekonomik kurtuluşa kavuşturmak olan bir aile tipi. Hepimiz az ya da çok bu tuzağa düştük zira diğer yollar, özel sektör ‘imkanları’ dahil, kapatıldı. Böyle bir toplum tasarlanmıştı. Böylece aileler de diğer ailelerden koparıldı. Eve gelecek bir misafirden, gidilecek bir hasta ziyareti veya ailece yapılacak bir etkinlik çocuğun sınavına ve dersine/ödevine göre, onun dershane/etüt saatine göre ayarlandı, ayarlanmakta… Sakın aileleri suçladığım anlaşılmasın. İkincisi; siyasi sistem. İçinde bulunulan ittifakların; siyasal, ekonomik, eğitim ve sosyal alanlarda program/politika dayatmaları ve bu yönde verilmiş taahhütler. Verdikleri borçları, bu tür şartlara bağlamaları… Üçüncüsü ise ekonomik sistem. Aslında siyasi ve ekonomik sebepler birbiriyle bağlantılı. Sınıflı toplumların iktidar ve ekonomiyi elinde tutan sınıf; gittikçe daha da zenginleşmeye ve ötekilerin elinde olanı, yastık altından başlayarak toplamaya yönelik uygulanan programı genişletti. Siyasi ittifakların; ülkenin üretim gücünü devre dışı bırakacak politikalar dayatması, özelleştirme ve tarım politikalarına müdahale etmeleri… Hakim sınıf; sosyal devlet politikalarına, hakkaniyetli bir bölüşüm sistemine sırt çevirdi. Borçlanma ekonomisinden/dış baskılardan sıyrılıp; üretmeyi ve tasarrufu önceleyen bir ekonomik program uygulamadı. Çok köklü tahlillere gerek duymadan gelinen durumu geçmişle kabaca karşılaştıralım. Siyasi alanda D8 gibi ciddi ve hala kendini dayatan ve gerçekleşse; müslüman ülkelerin işgal edilip milyonların öldürülmesi ve hala devam eden savaşların yaşanmasını engelleyebilecek bir bilinç ve potansiyeli taşıyan bir girişim. Adil düzen ile daha adaletli ve tabana yayılan bir sosyal devlet projesi ve bunun mümkün olduğunu gösteren denk bütçeye ulaşılması/havuz sistemi ve rant ekonomisi/yolsuzluk/faiz hortumlarının kesilerek kamu kaynaklarının/toplumun tümüne ait olan kaynakların kurtarılması. Buna; şimdilerde izin verilmeyen komşularla ticari ilişkilerin/hacminin arttırılması ve diğer gelişmeleri de eklersek… Neticesi 28 Şubat darbesi olmuştu. Evet, her şey mükemmel olmamıştı belki ama sistem içi bir çözüm olarak bile o çizgi, o kısa süreliğine bir kasırgaya yol açan politikalar neyin mümkün olduğunu göstermeye yetmişti. Bu gidişat hiç kuşkusuz iç açıcı değil. Az da olsa gidişatı daha katlanılır hale getirmek mümkün. Eğitim ciddi bir müdahale gerektiriyor. Başta sapkın projeler olmak üzere dış tandanslı etki ve vesayetlerden kurtulmalı. Nitekim sınavda bu tarz soru da sorulmuş. İncelenip gerekli soruşturmanın yapılması elzemdir.Bu sorunun sorulması gençlerimize, aile yapımıza, toplumumuza, değerlerimize bir saldırı ve hak ihlalidir. Hiçbir otorite ve gücün; bu cüretin dayandığı sözleşme ve politikaları topluma dayatmasına, alıştıra alıştıra toplumu tepkisizleştirmeye, gençlerimize sapıkları rol model göstermeye hakkı yoktur. Bu girişimleri, bu politikaları ve bu haddini çoktan aşmış gidişata karşı sessizliği kınıyorum.Nitekim Cumhurbaşkanının da kabine toplantısı sonrası bir açıklaması oldu:"Birileri sinsice milli ve manevi değerlerimize saldırıyor. Genç dimağları zehirlemek gayretindeler. Bu tür marjinal akımları destekleyenler bizim gözümüzde aynı sapkınlığın ortaklarıdır. Buradan halkımızı Rabbimizin yasakladığı her türlü sapkınlığı destekleyenlere dikkatli tavır almaya davet ediyorum"Tavır almalıyız ama nasıl? Bu konuda mesela halk, mesela çocuğu sınava girenler; bu sorunun sorulmasıyla uğradıkları hak ihlalinden dolayı suç duyurusunda bulanabilirler mi? Ya da idare, bu soruyu hazırlayanlara ve soranlara karşı bir soruşturma başlatabilir mi?... Bütün uçları kirli bir oyun var ve farkında olmanın ötesinde bir şeyler yapılmalı. Halkın bir şey yapacak hali de kalmamış gibi… Sadece halkın halledebileceği bir konu değil bu. Yine de bu çağrıya uyup tavır alıyorum ve çocuklarımıza bu soruyu soranlardan başlamak kaydıyla bu sapkınlıkları topluma dayatan aktivizmin tüm kişi ve kurumları hakkında suç duyurusunda bulunuyorum. Gençlerimize bir lokma ekmeği çok gören ve onların hayatlarıyla oynayan irade; şimdi de sapkın projeler dayatarak onların namus ve onurlarıyla, değerleriyle oynamaya ve bunu bilimsel amlaj ve kılflarla, insan haklarının bir gereği gibi sunarak yanlış algılar oluşturmak suretiyle saldırmaktalar. Bu konuda Allah' ın bir ayetini/evrensel ahlaki değerleri telafuz etmeye, hatırlatmaya dahi müsade etmemektedirler. Gerçek şu ki: bu küresel saldırıya, bu kepazeliğe çok fazla müsaade edildi...Müfredatta niteliksel yapılanmalara gidilmeli. İhtiyaç duyulan nitelikte ve sayıda eleman yetiştirmeli. Öğrencilerin uzun süreli hareketsiz kalmaları önlenmeli ve esarete dönüşmüş sınav sistemine son verilmelidir. Esas olan; yapılacak işe yönelik bir liyakat değerlendirmesidir. Çocuk yaşlardan başlayan bir sınav psikolojisine sokulmak bir çılgınlık ve hak ihlalinden başka ne anlam ifade edebilir? Üretime dayalı ve reel/hayatın içinde pratik yapma imkanlarına yönelmek, istihdam ve ihtiyaçlara dayalı nitelikli elemanlar yetiştirmek daha sağlıklı bir yol. İş bulamayanların, işe başlama süreçleri tedricileştirilmeli/sistemleştirilmeli ve bu sürece dahil olanlar kalıcı bir iş buluncaya kadar maddi anlamda desteklenmeli ve yeteneklerinden uzaklaşmaması için önlemler alınmalıdır. Ekonomide de rant/borçlanma yerine üretim, kamudan başlayan bir tasarruf ve adaletli bölüşümü esas alan sosyal devlet politikalara ağırlık verilmeli. Belki de artık sınavlarda sure okuma arayışlarının değil; toplum olarak, bir çıkmaz sokak olan bu sistematiğin değiştirilmesine yönelik bir uyanışın peşinde olmalıyız. Eğitim ve ekonomide ciddi sistem değişiklikleri ve topyekun bir seferberliğin ertelenemez olduğu açıktır. Rabbim gençlerimizi korusun ve tüm sınavlarını, Allah’ ın rızasına uygun sonuçlandırmalarını nasip etsin. Selam ve dua ile.