SALİH AMEL
Zaman bir nehir gibi durmadan akıp gidiyor. İnsan olarak elimizde sadece bulunduğumuz an vardır. Gelecek henüz gelmediğinden bizim için karanlıktır, onu bilmeyiz. Geçmiş ise elimizden çıkıp gidiyor ve bir daha dönmüyor. “Gelen gider, giden gelmez” kuralı hüküm sürüyor.
Geçmiş zamana “tarih” denilmektedir. Zaman nehrinin döküldüğü deniz gibidir. Yaşayan her şahıs ve yaşanan her olay mutlaka tarihe düşecektir. Tarihe ait her şey yüce yaratıcının yanında mahfuzdur ama sonrakiler tarafından her şey unutulup gider. Ancak iz bırakan şahsiyetler ve olaylar izleri kaldıkça unutulmazlar. Bu unutulmayanlara “tarihi şahsiyet” ve “tarihi olay” denir. İnsanlar sonraki nesiller arasında unutulmamak için iz bırakmaya gayret ederler. Aslında bu “kalıcılık” isteği, insanın ruhuna yerleştirilmiş “ebedilik” isteğinin tezahürleridir.
Talebelik yıllarımda Konya’da çok süslü bir medrese kapısı görmüştüm. Taşların yontulmasıyla kabartma olarak yapılan nakışların altına yine kabartmalı bir yazıyla yazılan şu beyit dikkatimi çekmişti:
“Sahtem în nakş ber bemayed ruzgar/ Men nemanem în bemayed yadigâr” (Ümid ederim ki bu nakış yıllar boyu kalır; ben kalıcı değilim ama bu nakış yadigâr kalsın) Bu beyit, bir nakışla bile olsa insanın iz bırakma hevesini gözler önüne sermektedir. Oysa bırakılan izler de fanidir, bir zaman sonra onlar da silinip gider. Ancak zamandan münezzeh, Ebedi ve Sermedi olan Allah’ın diledikleri kalıcı olabilir, “beka” kazanabilir.
Nasıl ki bir belgenin geçerlilik kazanabilmesi için onunla ilgili makamın kurallarına uygun olması ve o makamın onayı gerekir; devletin onayı olmayan para ne kadar benzer de olsa geçersizdir, sahtedir. Aynen bunun gibi, bir amelin makbul olması ve kişiye “ebedilik” kazandırması için kâinat sultanının onayı yani bildirdiği hükümlere ve rızasına uygun olması gerekmektedir. Amelleri “salih” yapan temel unsur budur. Yoksa ne kadar yararlı da olsa, dinin bildirdiği “salih amel” kavramına girmez. Onun içindir ki kâfirlerin iyi amelleri de sahte paranın geçersizliği gibi geçersizdir; sahibine ebedi âlemle ilgili (uhrevi) hiç bir iyilik kazandırmaz.
Çocukluğumda, büyükler taklit edilerek bir tür para oluşturulmuştu. Çocuklar arasında para birimimiz düğme idi. Büyüklüğüne göre değerli sayılırdı. Gömlek düğmeleri bozuk para, ceket ve pardösü düğmeleri daha büyük para sayılırdı. Çocuklar olarak bu düğmelerle birbirimizden alış veriş yapardık. Büyüklerimizin ceket ve pardösülerinden gizlice düğme koparırdık. Ancak bu da bir tür oyundu. Çocuklar arasında para sayılan bu düğmelerle gerçek çarşıda alış veriş yapılamazdı. Çünkü bu bir oyundan ibaretti ve halkın yöneticileri tarafından onaylanmamıştı.
İşte kâfirlerin bu dünyadaki yararlı işleri de çocukların kabul ettiği bu “düğme para”ya benzer. Yüce Allah’ın temel şart olarak koyduğu “iman” olmayınca yararlı sayılsa da geçerli olmaz; dünyada bir fayda sağlasa da gerçek kazanç çarşısı olan ahirette para etmez. Hatta imanla beraber, bir de işlenen amelin ilahi geçerlilik sayılan diğer kurallarına da uygun olması gerekir. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim’de “salih amel” kavramı sürekli “iman”a bağlanmıştır; İman zikredilmeden söylenen bir salih amel yoktur. Çünkü ameli salih yapan imandır. Ancak iman ile ve işlenen amelin Allah’ın emrine uygunluğuyla muteber olur, ebedi bir vasıf kazanır.
Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde iyi kabul edilen amellerin, bildirilen ilahi kurallara uygun düşmemesi nedeniyle uhrevi açıdan geçersizliğine dikkat çekilmektedir. Örneğin Muhammed Suresinin ilk ayetinde şöyle buyrulmuştur: “İnkâr edenler ve Allah yolundan alıkoyanlar var ya; işte, Allah onların bütün amellerini boşa çıkarmıştır.”
Al-i İmran Suresinin, Yahudileri kastettiği anlaşılan 21. ve 22. Ayetlerinde de, “Allah’ın ayetlerini inkâr edenler, Peygamberleri haksız yere öldürenler, insanlardan adaleti emredenleri öldürenler var ya, onları elem dolu bir azap ile müjdele. İşte onlar, amelleri, dünyada da, ahirette de boşa gitmiş kimselerdir. Onların hiç yardımcıları da yoktur.” buyrulmuştur.