MAKAM VE MEVKİ
Sözlükte, “Makam: kalkılan yer; Mevki: olayın meydana gelme, vuku’ bulma yeri” anlamındadır. Bunların her ikisi de Arapça kökenli olup “ism-i mekân” tabir edilen ve mekân ifade eden isimlerdir. Ancak terim olarak bu iki kavrama birbirinden farklı anlamlar yüklenmiştir. Siyaset, yönetim, tasavvuf, müzik gibi birçok alanda kullanılan “makam” kelimesinin çeşitli anlamları olmakla beraber, toplumsal yönüyle, “insanları yönetmeğe ilişkin oluşturulan, belli bir hükmetme alanı bulunan sosyal olgu ve konum” demektir. Bu anlam kastedildiğinde, genelde “Mevki” kavramıyla birlikte kullanılır.
İnsanın hırs derecesinde düşkün olduğu konumlardan biri “makam”dır. “Yeryüzünün halifesi” fıtratıyla yaratılan insana, bunun için gerekli donanımın verilmesi, makam ve mevkiye olan hırsında önemli bir etkendir. Sıkıntılı olsa da nefsin hoşuna gittiği ve enaniyeti okşadığı için önüne gelen makamı reddetmez, sıkıntılarını görmezden gelir. En yüksek makam olan “hilafet”i reddeden yeryüzündeki ilk insan Hz. Ebubekir (RA)’dır.
Bir makama çok kişi talip olursa elde etmek için mutlaka tartışmalar, çekişmeler, kavgalar olur; bencillik öne çıkar, fedakârlık kaybolur. Ancak kâmil insanlar, fenâ ve fani olan dünyevi makam ve rütbelere değer vermemişler, ahiretteki makamları kazanmak için çalışmayı tercih etmişlerdir.
Makam ve mevki düşkünlüğü için “hubb-u cah” tabirini kullanan Bediüzzaman, onu şeytanın altı desisesinden birincisi olarak saymıştır. Ona göre, dünyaya dalan her insanda bu düşkünlük az-çok bulunur. “İnsanda, ekseriyet itibarıyla hubb-u câh denilen hırs-ı şöhret ve hodfüruşluk ve şan-ü şeref denilen riyakârane halklara görünmek ve nazar-ı ammede mevki sahibi olmaya, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’i-külli arzu vardır. Hattâ o arzu için hayatını feda eder derecesinde şöhretperestlik hissi onu sevk eder. ” (Mektubat, s. 412.)
Makamın, kişiyi müşevveş eden, baş döndürücü, bir ortamı vardır. Bu nedenle makama oturan kimse artık düşünülmesi gereken birçok şeyi düşünemez, normal zamanda hemen fark ettiklerini fark edemez. Makama olan hırs bitmediğinden onu ele geçirmek isteyenler, onu elde edenin elinden almak isteyenler her zaman var olacaktır. Yani o makamda oturanın muhalifleri çeşitli tuzaklar kurmaktan geri durmazlar. İşte makamın oluşturduğu bir çeşit sarhoşluk bu tuzakları fark etmemesine sebep olur.
Esasen sözünü ettiğimiz bu “makam müşevveşliğinin” çok önemli bir nedeni daha vardır; o da, makam sahibinin etrafının ikiyüzlü kimseler tarafından sarılmış olmasıdır. Samimi olanlardan daha fazla dalkavuklar, yağcılık yapanlar ve kendilerini gizlemiş hainler bulunur. Bunlardan kimisi makam sahibinin sert tutumunun verdiği korkudan; kimisi muhaliflerinin destekçileri olmaktan; kimisi de daha fazla çıkar sağlamaktan dolayı gerçek şahsiyetini gizleyerek ikiyüzlü olurlar.
Makamın dışındakilerin rahatlıkla görüp fark ettiği birçok husus, makam sahibinin kendisi tarafından fark edilmez. Bir taraftan makamın verdiği bir çeşit sarhoşluk, onun basiretini perdelemeye başlar; diğer taraftan çevresindeki az önce sözünü ettiğimiz ikiyüzlü kimselerin yanıltıcı bilgi ve tavırları onun gerçek durumu görmesine engel olur. Tarih boyunca birçok makam sahibi, etrafını saran bu yanıltıcı tayfa yüzünden acı sonla makamı kaybetmişlerdir.
Yönetici makamında bulunan kimsenin etrafını saran şeytanlardan tamamen kurtulması imkânsızdır ama en aza indirmesi mümkündür. O da ancak “adaletle” hükmetmesi ile gerçekleşir. Çünkü adalet, zalimlerin ve şeytanların baş düşmanıdır; adaletin olduğu yerde çıkarcı ikiyüzlüler tutunamazlar. Adaletiyle ünlü Hz. Ömer’in yalnızlığının, zalim hükümdarların etrafının kalabalık oluşunun sırrı budur. Adaleti olabildiğince gerçekleştirmek için ve yanıltıcıların haberlerinden kurtulmak için Hz. Ömer, gece-gündüz bizzat halk arasında dolaşır, sorunları yerinde görürdü.
Unutulmamalıdır ki gerçek bilgiye ulaşmak, adaleti sağlamanın en önemli temelidir. Günümüzde yöneticilerin bu imkânı bulunmadığından, halk içinden rütbesiz ama dürüst ve emin kimselerle aracısız olarak bizzat irtibata geçip onların bilgilerinden yararlanarak adaleti sağlayabilirler. Yoksa danışman edinmek de sorunu çözmekten uzaktır. Çünkü “danışmanlık” da bir makam olduğu için danışmanların halkın gerçek genel durumu hakkında sağlıklı bilgiye ulaşmaları pek mümkün görünmüyor. Onların da çevresinde yanıltıcı beyan veren çıkarcı sahtekârlar bulunabilir.
Kendi tercihleriyle değil, halkın tercih ve zorlamasıyla getirildikleri dünyevî makam ve mevkinin uhrevi açıdan içyüzünü gören kâmil insanlar, onu “ateşten gömlek” olarak nitelemişlerdir. Hak için çabalayanları tenzih ederiz ama içlerindeki hırsın zorlamasıyla ve kendi tercihleriyle bu makamlara gelenler ise “ateşten gömlek” edebiyatını yaparak ve zorluklarına karşı yapmacık şekilde sevine sevine “lâ havle” çekmekle avunmuşlardır.