BADEM AĞAÇLARI

Bayramdaki Tuhup gezimizde bağ, bahçe ve dağlık alanda badem ağaçlarının çokluğu dikkatimi çekti. Çocukluğumda hatırladığım kadarıyla bağımızdaki badem ağaçlarının sayısı 10’u geçmiyordu. Oysa şimdi bu sayının otuzu aşmış durumda olduğunu gördüm. Birçok meyve ağaçlarının susuzluktan ve bakımsızlıktan kurumasına karşın badem ağaçları çoğalmış, meyve dolu ve yemyeşil duruşlarıyla görenleri hayran bırakıyordu. Ekilip dikilmediği ve hiç bir bakım yapılmadığı halde bu ağaçların böylesine çoğalması ve canlı durması, Yüce Allah’ın bağışladığı nimet mucizesi olduğunu gösteriyor. Susuzluğa, kavurucu sıcağa meydan okuyan ve her toprakta, her zeminde yetişme fıtratıyla yaratılan bu ağaçlar Kudret hazinesinden uzanan eller gibi badem meyvesiyle de doldurulmuştur. Bademler öyle bir istidatla yaratılmışlar ki, olgunlaşıp ağaçtan ya da kuşların gagalarından düştüğünde bile, kayalıklarda, çalıklılarla kaplanmış en ücra yerlerde, hülasa toprağa düştüğü her yerde filizlenir; bir kaç yıl içinde büyüyüp meyve veren ağaca dönüşür. Kuşlardan küçücük kurtçuklara kadar her canlı bu nimeti yemek için uğraş verir. Dış bir yeşil kabuğun kapladığı, çekiçle bile zor kırılan sert bir kılıfın içine yerleştirilen olağanüstü leziz nimeti hisseden birçok canlı, ona ulaşma denemesinde başarısız olur. Yeşil kabuğunun altına gizlenerek sert kabuğu delmeye çalışan kurtçukların çoğu, kabuğu delemeden ömürlerini bitirir. Böylesine sağlam ambalajı yaratan, diğer canlıların tahribine uğramadan insan eline ulaşmasını murat etmiştir. Böylesine lezzetli sayısız nimetleri bağışlayan Allah, sadece şükürle görevlendirdiği insan için “ne kadar az şükrediyorsunuz!” buyurmakla bu nimetlerin hesabının sorulacağına da işaret etmektedir. Her nimetin bir külfeti vardır ama bu badem ağaçları külfetsiz nimetlerin de insanlara sunulduğunu göstermektedir. Parmakla bile kırılabilen ince kabuklu badem türleri de vardır ancak bu badem türü hassas ve nazlı olup her doğal şartta ve her zeminde yetişmediğinden, insanın özel bir ilgisini ve korumasını gerektirir. Yoksa bu lezzete meftun diğer canlıların elinden kurtaramaz. Bir kısım ağaçların bademleri zehir gibi acıydı. Zaten bunların zehir içerdiği bilinmektedir. Ancak hiç bir şeyi abes yapmayan Allah, daha sert bir kabuk içinde sakladığı acı bademleri de bilenlerin bundan ilaç yapması hikmetiyle yaratmıştır. Tuzlu denizlerde tuzsuz balıklar, ölü topraktan canlılar yaratan Allah, zehirde de şifa yaratmıştır. Bugün modern tıpta da kullanılmaktadır. Hassas dozajını aşıp zehirlenmemek için, her canlının sakındığı “acı” bir tat katmıştır. Canlıların bu bademlerden uzak durduğunu fark ettim. Kim bilir belki acı badem ağaçları, yaydığı koku ve nefesleriyle da havaya, toprağa ve diğer ağaçlara fayda veriyor. Badem, aynı zamanda doyurucu bir gıdadır. Özel sağlam kılfına yerleştirilmiş gıda ve lezzet tabletleri durumundadır. Ünlü hadis âlimi imam Buhari’nin dört yıl süreyle günlük gıda ihtiyacını bir kaç bademle karşıladığı ve bununla iktifa ettiği anlatılmaktadır. Dillerimizle yaptığımız tesbihler gibi, fırsat buldukça doğaya çıkıp kâinat kitabını okumanın ve onda sergilenen her bir mucizevî eserin özel tesbihlerini tefekkür etmenin de gerekli olduğunu anladım. Hadis rivayetlerinde bildirilen, “zikir ve tesbih eden kırk veya kırkbin başlı melek” ifadesini, badem ağaçları örneğiyle açıklayan Bediüzzaman, şu bilgileri vermektedir: “Bazı büyük mevcudat-ı cismaniye vardır ki, kırk bin baş, kırk bin tarz ile vezaif-i ubudiyeti yapar. Meselâ: Sema; güneşlerle, yıldızlarla tesbihat yapar. Zemin tek bir mahlûk iken, yüz bin baş ile; her başta, yüz binler ağız ile; her ağızda, yüz binler lisan ile, vazife-i ubudiyeti ve tesbîhat-ı Rabbâniyyeyi yapıyor. İşte küre-i arza müekkel melek dahi, âlem-i melekûtta şu manayı göstermek için öyle görülmek lâzımdır. Hatta ben, mutavassıt (orta) bir badem ağacı gördüm ki: Kırka yakın baş hükmünde büyük dalları var. Sonra bir dalına baktım; kırka yakın dili hükmünde küçük dalları var. Sonra o küçük dalının bir diline baktım; kırk çiçek açmıştır. O çiçeklere nazar-ı hikmetle dikkat ettim; her bir çiçek içinde kırka yakın incecik, muntazam püskülleri ve sanatları gördüm ki; her biri Sani-i Zülcelâl’in ayrı ayrı birer cilve-i esmasını ve birer ismini okutturuyor. İşte hiç mümkün müdür ki, şu badem ağacının Sani-i Zülcelâl’i ve Hakîm-i Zülcemâli, bu camid ağaca bu kadar vazifelerini yükletsin, onun manasını bilen, ifade eden, kâinata ilân eden, dergâh-ı İlahiyyeye takdim eden, ona münasip ve ruhu hükmünde bir melek-i müekkeli ona bindirmesin?” (Sözler, Yirmidokuzuncu Söz, s.474.)