YAVAŞLA!
Yaşadığımız yüzyılın en belirgin özelliklerinden birisi hiç kuşkusuz, ‘hız çağı’ olarak tanımlanmasıdır. Modern hayatın en temel vasfı olan ‘hızlı olma’ zorunluluğu hayatımızın her anını sarmış bir durumda. Hızlı yaşıyoruz, hızlı hareket ediyoruz, günlerin içinden hızla geçiyoruz. Hep bir koşuşturmaca, hep bir telaş; yetiştirilecek işler, gidilecek yerler, katılacak programlar, randevular, ödenmesi gereken faturalar, tamamlanması gereken bir sürü formalite… Her geçen gün biraz daha bizi kuşatan bir hale dönüşüyor. Neden ve nereye bu kadar hızlı koşuyoruz?
Beyaz adam, yaşlı bilge bir Kızılderiliyle bir yolculuğa çıkar. Atını son sürat sürer beyaz adam. Her yerde çok az durur, çabuk yer, çabuk karar verir, atını dörtnala sürerken, bir ara dönüp bakar ki arkasında kimse yok. Atıyla geri gelir ve yaşlı bilgeyi bir ağacın altında otururken bulur. Ona niçin böyle yaptığını soran beyaz adama Kızılderilinin cevabı manidardır: çok hızlı gidiyoruz, ruhlarımız geride kaldı, onların bize yetişmelerini bekliyorum der. Hıza iman etmiş olan modern insanın hayatı hızlıdır, hız atına binmesi istenmektedir, hızlı üretir, hızlı tüketir. Hayatın içine nüfuz edemeden, her şeyi tükettiği gibi yaşamı da tüketmektedir. Hızlı yaşam tarzı bütün inanışları, düşünceleri, ideolojileri kendisine dönüştürmüştür. Bu yeni durum kimsenin kimse ile farkının kalmadığı bir durum ortaya çıkarmıştır.
Gülten Akın’ın ifadesiyle ‘Ah, kimselerin vakti yok/ Durup ince şeyleri anlamaya’ Bir koşuşturmadır yaşadığımız, bu hayat içinde; yürümelerimiz koşturmaya, yemelerimiz atıştırmaya, muhabbetlerimiz ayaküstü konuşmalara bırakıyor yerini. Sürekli bir telaşı yaşıyoruz, ‘yaşamak değil bizi bu telaş öldürecek.’ Durmaya durup düşünmeye tefekkür etmeye zamanımız yok zira durduğumuz zaman, durup düşündüğümüz zaman aslında kendimizle yüzleşeceğizdir. ‘Hız Kültürü’nü yaşamamızın sebebi biraz da kendimizle yüzleşmekten çekinmemiz, yüzleşemiyoruz, yüzleşmekten korkuyoruz, bir yavaşlayabilsek, bir dura bilsek, bir ‘nereye bu gidiş’ diye sorabilsek, kendimizle bir baş başa kalabilsek, belki o zaman bu hızlı yaşamın içinde baktığımızı, ancak göremediğimizi, temaşa edemediğimizi anlayacağız. Hayatla olan ilişkimizi yeniden anlamlandırabilirsek; hayatın güzelliklerinin, gecenin, ayın, yıldızların, suyun şarıltısının, ufka dalarak öylesine izlemenin, bir insanın gözlerinin içine bakarak muhabbet etmenin, bize neler söylediğini anlayacağız. Ancak dedik ya; hızlı yaşıyoruz, işimiz çok, ‘devir zamanla yarışma zamanı’ vakit nakittir madem, vakti nakde çevirmek gibi bir derdimiz var!
Yaşadığımız dünya, bizden koşmamızı istiyor, kendimizden kaçmamızdır aslında istenen, oysa kendimize yürüyüştür olması gereken. Bu hız, bu telaş, bu heyula her geçen gün biraz daha bizi bizden uzaklaştırıyor. Bizi başkalaştırıyor, kişilikleri aşındırıyor, hayatı sıradanlaştırıyor, bizi insan kılan her ne varsa, bunlardan uzaklaştırarak herkesleştiriyor. Çarkın dişlilerinin arasına ezilen biziz, ancak gariptir ki çarkı son sürat çevirende biziz. ‘Her şey çok hızlı gerçekleştiğinde kimse hiçbir şeyden emin olamaz’ diye yazmıştı, Milan Kundera ‘yavaşlık’ adlı romanında. Gelecek adına, bir yerlere ulaşma, bir yerlere varma adına anımızı yok ediyoruz. Ancak gelecekten de bugünümüzden de emin olamıyoruz. Ruhumuzu kaybediyoruz.
‘Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden’ ya da ‘Aheste çek kürekleri mehtâb uyanmasın/Bir âlem-i hayale dalan âb uyanmasın" mısraları da bize aheste yaşamanın önemini anlatır, çünkü ‘yaşamak, yavaş yavaş doğmaktır.’ Bunun için denilmiştir ki erişir menzili maksuduna aheste giden. Evet, sükûnet içinde harekettir istenilen, yoksa tembellik değil.
Kemal Sayar’ın yazımıza başlık ve de ilham olan “Yavaşla” kitabından yapacağımız alıntı ile yazımızı sonlandıralım;“Hız uyuşturuyor, hızlının yavaşı yuttuğu bir dünyaya doğru gidiyoruz. Artık hepimiz hız tarikatının müritleriyiz. Telaş ve acelecilik toplumuna karşı teenni ve sükûnet toplumunu diriltmemiz gerekiyor. Lütfen yavaş gidiniz.”