DOĞRU BAKMAK, DOĞRU DÜŞÜNMEK
S-400 Meselesi: Uzun git gellerden ve yaşanan çetrefilli süreçten sonra S400 hava savunma sistemi teslim alındı.
Bu teslimat süreci ve teslimatın gerçekleştirilmesi, çok yönlü olarak ele alınabilir...
Doğu Akdeniz' de de bölgedeki kaynaklara çökmek isteyen küresel güçler, bölgede devam eden savaş ve projeler Türkiye’nin, hava savunma sistemine olan ihtiyacını net olarak ortaya çıkarmıştı ve “müttefik” ABD’ den olumlu bir cevap alınamamıştı. 15 Temmuz darbe girişimiyle suçüstü yakalanan ABD ile işler eskisi gibi olmayacaktı. Bu söyleme şunu da ekleyelim. Şimdi ne olacak: ABD Türkiye’ye yaptırım uygulayacak mı?
Esas özet şu: Türkiye, s400’ü ABD’ye rağmen mi aldı? Bundan sonra, bu tutumunu, başta savunma ve bölgesel politikalar olmak üzere, ABD’den bağımsız sürdüre/bile/cek mi? Böyle olmasını çok istiyoruz. Bekleyip göreceğiz.
Ancak ABD ile ilgili sorunumuz içeride. Ülke içinde aydın, akademisyen, yazar tayfasının önemli bir kesimi ABD uşağı. Türkiye’nin, ABD’nin emrinden çıkmamasını ve bunun, balığın sudan çıkması gibi olacağını savunur dururlar. Bunların en büyük korkusu ise, yani esas korkuları ise; Türkiye'nin özüne/doğuya/bölgesine/Avrasya' ya/İslam'a/evine dönmesi.
Türkiye, s-400 alamayacak diyerek de temennilerini hep ifade ettiler. Bu güruhun kaygısı, Türkiye’nin Rusya veya Çin’e yönelmesinden duyulan bir kaygı değil; Türkiye’nin ABD ile, stratejik ortaklık adı altında emir komuta ilişkisine devam etmekten kurtulması. Bu tayfa; Türkiye, kendi ayakları üzerinde durunca; ABD ile savaşacak ya da Rusya ve Çin’le, ABD’yle olduğu gibi, emir komuta ilişkisi kurmaya mecbur kalır, şeklinde saçma sapan teorilerle halkı yanıltmaya çalışırlar. Uşaklığın, bütün zerrelerine işlediği bu meşum tayfa, ille de birine uşaklık yapılması gereği varmış gibi bir sabite gömülmüşler. Bağımsızlık, haysiyet, şahsiyet gibi değerler bunların aklına gelmez.
Müfsid İstanbul Sözleşmesi:
"İnsanlar arasından Müslüman olanların aile düzeni de Müslümancadır; çocuklar reşit oluncaya kadar velisinin sorumluluğu altındadır.
Gelenekte Müslümanlar çocuklarının eğitim işini devlete bırakmamıştı; ailede mahallede mescitte ve medresede çocuklar önce Müslümanlığı hem sözlü hem görerek öğrenir ve ahlak edinir,
Sonra doktor mühendis bakkal demirci marangoz olurdu.
Böyle yetişenler aklını dinini ve neslini korumayı sürdürdüler..
Modern çağda tanrı rolü oynayan devlet; Müslüman aile yapısını parçalıyor, çocuk dahil her insanı birey yapıyor, özgürleştiriyor,
Dolayısıyla korunacağı sığınacağı ve müslüman kalacağı muhkem kale aileyi parçalıyor,
tek başına bıraktığı insana doğrudan hükmetme imkanını kazanıyor.
Modern toplumsal aşamada kentlere tıkıştırdığı insanları sermayeye mahkum ettiğinde,
Kamusal alan önce erkeği halletti; sonra kadın hakları numarasıyla kadını bozdu, şimdi de sıraya çocuğu koydu.
İnsan haklarıyla başladı bu iş, özgürlük, kadın haklarıyla yol aldı, şimdi çocuk haklarıyla final yapıyor."Hüseyin Alan.
Bu sözleşmenin temel hatları ile ilgili, kamuoyunun da artık yeterince malumat sahibi olduğu söylenebilir.
Bu sözleşme, mutlaka feshedilmelidir. Bu sözleşmenin amacı üzüm yemek değil.
Bu sözleşme de çok ayaklı bir küresel saldırının bir çeşidi.
Cinsiyet, kadın, insan hakları, yeşili sevmek, hayvan hakları gibi konularda, kendilerince belirlenmiş sözüm ona özgürlük taleplerini içeren hareketlerin çıkış noktası ve hedefleri hep aynıdır: Toplumu ifsad etmek.
Batı için, onlarca iyi olanın, bizim için de iyi olduğunu kabuk etmek zorunda mıyız, bizim hukukçularımız bu konuda bir yasa, bir çalıştay yapamazlar mı, akademisyenlerimiz donanımlı değil mi, batılılar; toplumumuzu bizim aydınlarımızdan, akademisyenlerimizden, kanaat önderlerimizden, yöneticilerimizden daha mı iyi tanıyorlar?
Bu hususta canla başla çalışan ve bu günlere gelinmesinde büyük çabaları olduğunu düşündüğüm bir akademisyen olan Sayın: Mücahit Gültekin’ in, tamamının okunmasında yarar gördüğüm, bir yazısından kısa bir bölümü dikkatlerinize sunuyorum:
“ 2009 yılında ilginç bir olay daha yaşandı. Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf, Viyana'da AB Aileden Sorumlu Devlet Bakanları Toplantısına katılmıştı. Kavaf, sonuç bildirgesindeki "farklı aile formları" ifadesine itiraz etmiş ve bildirgeyi imzalamamıştı. Sebep, "farklı aile formları" ifadesinin "eşcinsel aileleri" de kapsıyor olmasıydı.
Bunun üzerine Türkiye'de kızılca kıyamet koptu. Bakan aleyhine feminist hareketler deyim yerindeyse bir "cadı avı" başlattı. AK Parti içinden de Kavaf'a yönelik eleştiri sesleri yükseldi. Ak Parti Sivas milletvekili Nursuna Memecan Kavaf'ın sözlerini " talihsiz sözler "olarak niteledi. O dönem AB Başmüzakerecisi olan Egemen Bağış "Ben eşcinselliği bir hastalık olarak görmüyorum." dedi. Kavaf sonraki dönem aday olmadı. Yerine Fatma Şahin geldi. Şahin, Bakan koltuğuna oturduktan hemen sonra, Eylül ayında yeni anayasaya ilişkin eşcinsel derneklerin de davet edildiği bir toplantı yaptı. Toplantıda, eşcinsel hakların anayasaya alınmasına "pozitif" baktığını ifade etti...
Ancak asıl önemli gelişme, 2011 yılının mayıs ayında yaşandı. Türkiye kısa adı İstanbul Sözleşmesi olan "Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi" başlıklı uluslararası sözleşmeye imza atan ilk ülke oldu ve sözleşme hiç bir maddesine çekince konulmadan ve tek bir ret oyu almadan 25 Kasım 2011'de Meclis'ten geçti; 29 Kasım 2011'de Resmi Gazete'de yayınlandı ve 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girdi.
Bu anlaşmanın önemi LGBT'lerin sözleşmenin 4. maddesi gereği yasal güvence altına alınmış olmasıydı. ” Mücahit Gültekin/ http:// www.islamianaliz.com
Bugünlerde daha sık gündeme gelmesi ve verdiği zararın iyice su yüzüne çıkması, bu müfsid sözleşme ile ilgili de bir gelişme yaşanabileceği beklentilerine neden oldu.
Cumhurbaşkanının: Bu uğursuz İstanbul Sözleşmesi için “Nas değil” söylemi, bu konuda tabandan da yoğun bir baskı olduğunun göstergesi. Abdurrahman Dilipak’ın son yazılarını bu konuya ayırması da bu yöndeki beklentileri güçlendirdi.
Ancak önemli olan bu sözleşmenin tümden kaldırılması, Türkiye’nin, imzasını çekmesi ve uluslar arası kuruluşlar nezdinde, bu sözleşmeden “İstanbul” adının çıkarılmasını talep etmesidir. İlk iş olarak, aziz İstanbul’un adını, bu lanet sözleşmenin daha fazla kirletmesinin önüne geçmek olmalı.
Bu sözleşme uygulamalarının da mümkün olduğunca hızlı şekilde kaldırılması, sadece kadına değil; tüm canlılara yönelik, her türlü şiddete karşı ve cinsiyet, aile, zina, nafaka gibi hususlarda, kendi değerlerimize ve toplumumuzun yapısına uygun düzenlemeler yapmalıyız. AB ile kaybettiğimiz diğer değerlerimize de yeniden dönmeliyiz.
Yok, bu yapılmayacak da sözleşme; orasından burasından –şimdilik- kısılarak, göstermelik ve planlı bir revizyona tabi tutulup, yürürlülüğü sürdürülecekse; boşuna umutlanmış olacağız demektir. Umudumuz ve beklentimiz; bu meşum sözleşmenin tümden kaldırılmasıdır. Bekleyip göreceğiz.
15 Temmuz:
Bu küresel saldırının üzerinden üç yıl geçti. Urfa olarak üç canımız gitti. Ülke genelinde ve hatta bölgede oldukça iyimser bir kenetlenme atmosferi doğmuştu. Türkiye iç barışını kalıcı hale getirmek, birlik ve beraberliğini güçlendirmek, yeni bir kimlik ve vizyonla sahaya çıkma şansı yakalamıştı.
Bu, Çanakkale ruhuydu.
Ancak, Türkiye, kanını döken bunca insanımıza rağmen bu şansı kullanamadı ve Çanakkale ruhunun bu topraklarda tekrar tecessüm etmesini sağlayamadı.
Ekonomik Durum:
Gündeme getirilmemeye çalışılan, ekonomik durum, dayanılmaz ve gizlenemez boyutlara gelmiştir.
“ TESK verilerine göre yılın ilk 6 ayında 53 bin 420 esnaf iflas etti. Batık KOBİ kredisi miktarı ise %91’lik artışla 51 milyar 396 milyon TL oldu
Ekonomide yüksek faiz-yüksek enflasyon-yüksek döviz sarmalında derinleşen kriz, esnafı vurmaya devam ediyor.
Türkiye Esnaf ve Sanatkarları Konfederasyonu’nun ( TESK ) verilerine göre; yılın ilk 6 ayında toplam esnaf sayısı 1 milyon 775 bin, toplam işyeri sayısı ise 1 milyon 910 bin oldu.
Bu dönemde 53 bin 420 esnaf iflas bayrağını çekti. Geçen yılın aynı dönemine göre iflas eden esnaf sayısı 433 arttı.
Kurulan işyeri sayısı ise kapananlarla aynı hızda artmadı. 2018’in ilk 6 ayında 127 bin 815 olan işletme tescil başvurusu sayısı, bu yılın aynı döneminde 116 bin 960 oldu.
Küçük ve orta ölçekli işletmelerde ( KOBİ ) borç miktarı da arttı. Batık KOBİ kredisi miktarı son bir yılda %91’lik artışla 51 milyar 396 milyon TL oldu. Takipteki KOBİ sayısı da bir yılda 351 bin 453’e yükseldi./ Sendika.org”
Yine İŞKUR’un yayımladığı işsizlik raporu da ekonominin içler acısı durumunu ortaya koymakta. Buna göre; "geçen yılın aynı ayına göre kayıtlı işsizlik rakamı %68.5 artarak 2 milyon 621 bin 565’ten 4 milyon 417 bin 814 e çıktı. Mayıs ayına göre kayıtlı işsiz sayısı 333 bin arttı ve kayıtlı işsiz sayısı bir yıl içerisinde ciddi bir rekor kırarak 1 milyon 796 bin 249’a yükseldi…"
İşsizlik, mevsimlik işçiler, çocuk işsizliği, pahalılık /alım gücünde ciddi düşüş, genç işsizliği, üniversite mezunlarının işsizliği ve parasızlığı, memur, emekli vd kesimlerin durumları oldukça dayanılmaz bir hal almıştır. Bu konularda acil, adil ve kalıcı/ sistemsel tedbirler bir an önce alınmalıdır.