Robinson ve Hayy Bin Yakzân, Daniel Defoe ve İbn Tufeyl, Batı ile Doğu… İki insan, iki romancı, iki medeniyet… Yazımızın başlığı Şerif Mardin'den mülhem. Şerif Mardin; 17 yüzyıl romancısı, İngiliz yazar Daniel Defoe tarafından yazılan "Robinson Crusoe" ile 12. Yüzyılda yaşamış Endülüslü Filozof İbn Tufeyl tarafından yazılmış "Hayy Bin Yakzân"ı karşılaştırdığı söyleşide iki romanı, iki medeniyet kurucusu olarak gördüğü iki ölümsüz karakteri, iki farklı zihni, iki farklı yaklaşımı, iki farklı ahlakı karşılaştırıyordu. “Issız adada yaşam mücadelesi veren iki roman kahramanı da "Tanrı'yı arama ve benliğini ortaya çıkarma" amacı taşıyorlardı. Karakterlerin birbirine benzeyen yönleri olduğu gibi, farklılaşan yönleri de vardı. Robinson Crusoe o kadar saf bir insan değil. Onun saflığı ile saf olmayan taraflarının nasıl gelişmiş olduğu ve Hayy Bin Yakzân ile aralarındaki fark nedir? Önemli bir konu, Robinson Crusoe aslında; “dengesiz biri.” Bu dengesizliği şuradan geliyor. Zaman zaman iyi bir adam. Bizim modern medeniyet dediğimiz şeyin ilk kuruluşlarını kendi buluşlarıyla ortaya çıkarmış olmasıydı. Kahramanın aslında hayatta kahramanca bir rolü olmadığı anlaşılıyor. Dengesiz bir adam. Bir taraftan, Tanrı ile olan ilişkilerin nasıl bulunacağını arayan, fakat diğer taraftan bizim hiç de tasvip etmeyeceğimiz işler yapan bir adam." Robinson Crusoe; “dengesiz bir kişi, temsil ettiği akıl, sahip olduğu medeniyet; dengesiz bir medeniyet.
Mustafa Özel’in, “Roman Diliyle İktisat” kitabından yapacağımız alıntı ile konuyu açalım: "Hayy ile Robinson'u karşılaştırmak, iki ayrı medeniyetin insana ve hayata bakış anlamamızı kolaylaştırıyor... Robinson'un dengesizliği bir kişiden ziyade, bir medeniyetin dengesizliği. Kahramanımız, bu dengesizlikten azami faydayı çıkarmak peşinde. Hayy ise ileri yaşına kadar tabiatın kucağında, sonra kısa bir zaman medenî hayatın dengesizliğine duçar. Fakat o, Robinson gibi bu dengesizlikten kazanç devşirmeye değil, onu ıslah etmeye çabalıyor. Umudunu kesince de adasına dönüp sessiz sedasız ölümü bekliyor... İnsanların mal mülk aşkına akıl erdiremeyen Hayy'a karşı, Robinson kendini adanın sahibi ve kralı ilan ediyor; ayrıldığında da, adayı sakinleri arasında bölüştürdüğü halde tapusunu elinde tutuyor!"
Köle peşine düştüğü bir macera sonunda gemisi batan ve ıssız adaya düşen Robinson, ne var ne yok, “batan geminin bütün mallarını” almaya çalışmıştı yanına. En son ıssız adada işe yaramayacağını bilse de “ah, gözü kör olası! Şimdi neye yararsın? Benim için hiçbir değerin kalmadı, yere eğilip almaya bile değmezsin; şu bıçaklardan biri bile senin tomarından daha değerlidir” dediği paraları da “ne olur ne olmaz diye yine de aldım” diyerek almıştı yanına.
Biraz da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, "Müslüman âleminin tek romanı" olarak tanımladığı, İbn Tufeyl’in, felsefi ve mistik unsurlar taşıyan, ıssız adaya doğan, tabiatı gereği masum olan “Hayy Bin Yakzân’ına bakalım: “Eğer bitkilerden yemek zorunda kalırsa, bitkileri kökünden koparmamaya, varsa tohumlarını telef etmemeye özen göstermeliydi. Yeterli meyve ve sebze bulamazsa, o zaman, hayvanlardan ya da yumurtalarından yararlanabilirdi. Bunda da sayısı en çok olanı seçmek, türün tükenmesine neden olmamak koşuluna bağlı kalmalıydı.”
Robinson, insanın “bitmez” isteklerinin peşinde, “cuma” üzerinden iktidar arzusu ile yanıp tutuşan “birey” olma yolunda, insana emanet olarak sunulan tabiata hükmederek, dengesiz bir şekilde “insandan uzaklaşma” macerasıyken, Hayy Bin Yakzân, tabiatı emanet olarak gören, insan ve tabiat arasında dengeyi arayan bir “insan olma” macerasını ortaya koyuyordu. “Sözgelimi bir engel nedeniyle güneş ışıklarından yoksun kalmış bir bitki mi gördü, hemen koşuyor, engeli kaldırıyor, bitkiyi güneş ışığına kavuşturuyordu… Yabani bir hayvanın pençeleri arasında son soluklarını almakta olan zavallı bir yavru Hayy’ın müdahalesi ile canını kurtarıyor, yaşamının sevincini yeniden duyuyordu… Bir sevimli derecik, bir ırmak da yardımına gereksinim duyabilirdi. İçine yuvarlanan bir kayanın akışını engellediği bir dere, toprağın kayarak önünü kapattığı, yönünü çevirdiği bir ırmak, Hayy’ın çalışmaları sonucu kendilerine alışmış, bekleyip duran bitki ve hayvanlara doğru olağan akışını sürdürüyordu.”
“Anlaşılıyor ki Batı, başka medeniyetlere ait, bigâne kalamadığı başka eserler gibi Hayy bin Yakzân'ı da kendi hususiyetlerine, temel yapısına bağlı kalarak söz konusu etmiştir. Robinson ile Hayy arasında yapılacak basit bir mukayese bu hakikati ifade etmek için yeterlidir: Robinson'un bütün derdi hayatta kalmak, bir kaza neticesinde düştüğü adada, İngiltere’de yaşarken sahip olduğu konforu, adada yeniden var etmektir. Tanrı'yı ancak başı sıkıştığı zaman hatırlar. Hayy'ın ise tek bir gayesi vardır: Mutlak hakikate, Tanrı'ya erişmek. Bu gayeyi tahakkuk ettirme yolunda insan olarak ihtiyaç duyduğu aletleri de yapar. Fakat bunlar sadece birer araçtır. Hayy kendi yaptığı araçların esiri olmaz. Robinson tabiatın dışındadır tabiat onun alt etmesi gereken bir düşmandır. Hayy ise tabiattan uzaklaşmaz, onun bir parçasıdır...” (İbn Tufeyl;Hayy Bin Yakzân; Hakikatin Peşinde)
Bu iki roman doğu ve batı insanının ve medeniyetlerinin kodlarını, temel ahlaki ve zihni farklılıklarını ortaya koyması açısından dikkate değer. Biri insanı köleleştiren, tabiatı insana boyun eğdiren anlayışı, diğeri hayatın anlamının izinde insani bir anlamın arayışını ortaya koyuyordu. Ve aslında Robinson’un, Hayy Bin Yakzân ile bir alakası yok. Olsa olsa Hayy Bin Yakzân’ın, bütün saf ve insani hasletlerinin ve metafizik dünyasının kötü/rüm hale getirilmiş bir “insansız” prototipi olabilecekti.
“Robinson Musun, Hay Bin Yakzan Mı?” Ali Ural, “Raf Ömrü” kitabında, bu soruyu sorarak, iki insan modeli üzerinden harikulade bir tahlil yapıyordu, isterseniz o yazıdan biraz uzunca bir alıntı ile bitirelim. “Robinson Crusoe, "Aydınlanma'yla aklı bütün değerlerin önüne geçirmekle kalmayıp bütün çıkarların emrine veren Batı insanının prototipi olmasaydı, bir roman kahramanıyla alıp vereceğimiz olmazdı. Romantik bir ıssız ada hikâyesi değildi onunki. "Her şeyi çadırıma taşımıştım ama yine de gözüm doymamıştı" cümlesiyle itiraf ettiği açgözlülük, "coğrafi keşifler olarak beraat ettirilen sömürgeciliğin sanata düşen gölgesinden başka bir şey değildi. Bir köle tüccarıydı Robinson. Gemisi batmayıp ıssız adaya düşmeseydi Gine sahillerinden çil çil, pardon siyah siyah köleler getirecekti memleketine. Ama olan olmuş, kendini "vahşi tabiat"ın kucağında fakat bütün ihtiyaçlarını da yanına almış olarak bulmuştu… Hay, işine yarasın yaramasın her canlının yaşam hakkına saygı duydu adasında. Tabiat Allah'ın eseriydi kendisine emanet edilen. Aklı bencilliğin esiri olmaktan kurtaran “tevfik" yardımına koşmasaydı ne Hay (Diri) olabilirdi, ne Yakzan (Uyanık.) Diri ve uyanık bir medeniyetin nasıl bir insan üzerine bina edilebileceğini göstermek için telif etmişti kitabını Endülüslü İbn Tufeyl. Ada romanlarının ilkini yazarak açtığı çığırda takılıp kalmayacağız. Onun asıl açtığı çığır, insan ve medeniyet, akıl ve vahiy, özgürlük ve had, eğitim ve tefekkür, felsefe ve din, hakikat ve birey, fıkıh ve tasavvuf arasındaki ilişkiyi insanın varoluş sebebini temel alarak bina etmiş olmasıdır. Yalnız Daniel Defoe'yu değil, Francis Bacon, Thomas More, Rousseau ve Spinoza'yi peşinden koşturmasının arkasında olsa olsa yeryüzündeki konumunu arayan "insan" vardır…”