DÜŞÜNCE DÜNYAMIZDA MEDENİYET ANLAYIŞI

“Dünyanın medeniyet bunalımı yaşadığı bir zaman diliminde, bizden, bize, tüm insanlığa ve dünyaya dair bir çıkış yolu olacak bir teklif olarak, medeniyet derdimiz ve de fikrimiz var mı?” Bu soru ile bitirdiğimiz bir önceki yazımızda; medeniyete dair çokça konuşulduğu halde, bu konuşmalardan bir çıkış bulamamamızın nedeni olarak medeniyete dair bilgimizin olmamasını ifade etmiştik. Evet, tekrar edelim: Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunamayacaktır. Onun için de bugün iflas etmiş olan ve Gazze’de bir kez daha maskesi düşen batı uygarlığının karşısında bugüne ve yarına dair sözümüzün olabilmesi için; dünden bugüne medeniyet düşüncemizi bilmemiz gerekiyor. Buyurun o zaman birlikte dünden bugüne medeniyet düşüncemize dair bir yolculuğa çıkalım. 

Düşünce dünyamızda “medeniyet” kavramı önemli bir düşünsel parçalanmanın, kimlik çatışmasının tam ortasındadır. Kavram nedeniyle kafa karışıklığı yaşadığımızı ifade edersek abartmış olmayız herhalde. Nedir medeniyet; şehir midir, mimari mi; estetik midir, salt güzellik mi; kültür müdür, ümran mı; uygarlık mıdır, kentleşme mi; teknik midir, bilim mi,  Hepsi midir, yoksa hiçbiri mi? Bazen medeniyet maziden beslenen estetizmdir. Bazen sadece güzelliktir. Bazen mimaridir, bazen ahlak. Bazen şehirdir medeniyet, bazen kültürdür, Bazen irfandır, bazen ümran. Önce sözlüğe bakalım; bir topluluğun hayat tarzı, bilgi seviyesi, sanatı, maddi ve manevi varlığı ile ilgili vasıflarının bütünü. Ümran, sivilizasyon, uygarlık… Bazen kültür, bazen şehirlilik, bazen temeddün olarak kullanılmış. 

İbn Haldun; -medeniyet için; bedevatten hadarete oradan da umrana ulaşan bir yol önerecektir. Farabi’de medeniyet; fazıl insandan, fazıl (erdemli) topluma doğru bir yol olacaktır. Kadim düşüncemizin iki mimarından hangisinin yolunu seçtik; umrancı toplum mu, erdemli toplum mu? İbn Sînâ da insanî ihtiyaçların giderilmesi fikrinden hareketle toplumsal bir hayatın zorunluluğu üzerinde durmakta, ancak topluluk halinde yaşamakla şehirler kurup medenî bir hayata ulaşmanın şartları arasında ayırıma gitmektedir.

Ziya Gökalp; “Türkçülüğün Esasları”nda; bir cihetten Türk harsını arayıp bulmak, diğer cihetten garp medeniyetini milli harsa aşılamak gayemiz olmalıdır diyecektir. Osmanlının son dönmelerinde; “Medeniyet fikrine tutunan” aydınlarımız Renan’a cevap olan “İslâm mâni-î terakkî değildir” cümlesini şerh etmeye çalışacaklardır. Böylece mesele “Batı’dan neyi ve ne kadar alalım” noktasında sıkışıp kalmış gözükmektedir. Namık Kemâl’den beri aydınlar “İslâm ahlâkı- Batı’nın ilim ve medeniyeti” şeklinde oluşturdukları bir terkiple fikir üretmişlerdir. 

Musa Kazım’da medeniyet, din ile irtibatlandırılarak; dinsizliğin medeniyet kuramayacağını savunacaktır. Buna göre; “Ancak Müslüman bir toplum medeniyet kurabilir” düşüncesindedir. Musa Kazım’ın medeniyet düşüncesi toplumların dindar olması ve dinlerinin de hak din olması fikrine dayanacaktır.  

Mehmet Akif; İstiklâl Marşı’nda “Medeniyet dediğin tek dışı kalmış canavar” diyecektir, ama öte yandan istiklal şairimiz Safahat’tında  “Alınız ilmini garbın alınız san’atını; Veriniz hem de mesainize son süratini. Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız; Çünkü milliyeti yok san’atın ilmin” diyerek reddettiği “medeniyet ”in Müslüman topluma aktarılmasından bahsedecektir. Medeniyet kavramı; bir yandan İstiklal Marşı’nın “canavar gösteren” dizesine ve diğer yandan Onuncu Yıl Nutku’nun “muasır medeniyet” seviyesini hedef gösteren söylemine muhatap edilmiştir. 

Yahya Kemal-Ahmet Hamdi Tanpınar-Hilmi Yavuz ise maziden beslenen “estetik bir medeniyet tasavvuru” ile Doğu-Batı arasında gerçekleşen karşılaşmanın “iki aradalığı”nı dile getirmiştir. Tanpınar da manevi kıymetler manzumesine bürünecektir medeniyet. 

Yılmaz Özakpınar’da medeniyet bir teoriye dönüşerek kültürü de aşan bir yönü ifade edecektir. “İnanç ve ahlâk nizamı medeniyettir. Doğa ve toplum hayatı içinde meydana getirilen her türlü eser kültürdür. Demek ki kültür aslında medeniyetin ürünüdür. Medeniyet, kültür eserlerini doğurtan, onların hedefini, istikametini, niteliklerini belirleyen seçici, sınırlandırıcı, değerlendirici, kuşatıcı bir inanç ve ahlâk nizamıdır…”

Cemil Meriç, önce Civilisation diyecek, daha sonra biz bambaşka bir medeniyetin çocuklarıyız diyecek ve son aşamada medeniyet için “Bu Ülke”ye işaret edecektir. ‘’Umrandan habersizdik, medeniyete ısınamadık. İnsanlığın tekâmül vetiresini ifade için kendimize lâyık bir kelime bulduk: Uygarlık. Mâzisiz, musikisiz bir hilkat garibesi. Bu, kendi derisinden çıkmak, kendi mukaddeslerini inkâr etmek ve peşin peşin köleliğe razı olmak değil mi? Biz apayrı bir medeniyetin çocuklarıyız; bambaşka ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asil, çok daha insanca bir medeniyetin.''

Sezai Karakoç; “İslâm’da medeniyet vardır” diyerek Safahat ile ünsiyet kurmuş, Diriliş Şairi; “Çıkış Yolu Medeniyetin Dirilişi”nde şöyle seslenecektir.  “Ruhun dirilişi; medeniyetin her cephede; inanç, ahlak, estetik ve bilim yaşayışına kadar canlanması ile mümkün olacaktır. Kimse medeniyet tezinin karşısına başka tez çıkarmasın, medeniyet zaten iman ve İslam medeniyetidir.” 

Nurettin Topçu; medeniyet ile tekniği birbirine yaklaştıracaktır. Ona göre teknik kültürün çocuğudur, kültürün hâkimiyetini tanımalıdır. Aksi halde tehlikelidir. Kültürün işaretini takip edemeyen teknik kör ve yıkıcı bir kuvvet olur. “Bizim kendi kültürümüz, tekniği yaratmadı, onu emanet bohçalar içinde batıdan aldık, yaratmanın zevkini biz yaşayamadık.”

“Yitik Medeniyetin İzinde Bir Gezgin’ olarak Fuat Sezgin; medeniyet fikrinin ihyası için pergelin sabitesini işaret edecektir. 

Teoman Duralı; Din ile kültür kavramlarını anlamca örtüşmüş olarak görecektir. “Ve din dinlerden bir din değil dinin ta kendisidir. Medeniyet kültürün çocuğu değildir, medeniyet Müslüman toplumun dindarlığını dışa vuran kurumsal hayatıdır. Bu hayatı var eden kent değil şehirdir.” 

İhsan Fazlıoğlu; medeniyet sözcüğünü; soyut, hareketsiz ve zamansız bir içerik olarak görecektir. O yüzden “İnsan, sürekli bir var oluştur” diyerek dinamik bir kavram olan temeddüne dayandıracaktır medeniyet fikrini.  

Sadettin Ökten; ”Fincanımda Cola Var” diyecek, medeniyet bahsinde garabetimizi ortaya koyacaktır. “Bugün para var, iktidar var, irade var ama medeniyet tasavvuru yok. Olmayınca o iktidar ve o irade, mimarlık yönünden ifade edersem, ne yaptığını bilmez hale geliyor. Çok katlı binalar Amerikan kapitalizminin mezhebi sahih çocuklarıdır... ”

İsmet Özel; “Medeniyet dinin dondurulmasıdır” diyerek İstiklâl Marşı’na intisap etmiştir. Bir şeye dönülecekse o İslam olmalıdır diyecektir. 

Yusuf Kaplan’da medeniyet bir “ç/ağ/rı”ya dönüşecektir. Çağın ağlarından kurtulabilmek için bir çağrımız olmalıydı, ama önce ağrımız, derdimiz, meselemiz olmalıydı. Din, Medine ve medeniyet sözcüklerini aynı anlam dünyasına ait kavramlar olarak görecektir. “Medeniyet çökmüşse, Medineler çöktüğü içindir; Mekke toprak, Medine tohum Medeniyet ise meyveye duran hakikat ağacıdır.”

Lütfi Bergen’de medeniyet; Müslüman toplumsallığın inşası olarak görülecek,  medeniyet teorilerini ve fazıl toplumun şifrelerini sunacaktır bize. “Kenti durdurmak istiyoruz... Onun için kenti durduran şehre yürümeliyiz. Mekanı olmayan bir topluluğun tarihi yoktur.. Medeniyet uygarlık değildir, şehir de kent değildir. Şehir Müslümandır. “

Abdurrahman Arslan; Medeniyet kavramını sorunlu bularak seküler olduğunu ifade edecektir.  “Medine dinin yaşandığı yer, kültür sünnettir. Önemli olan medeniyet kurmak değil, dini yaşamaktır. Medeniyet batı uygarlığı karşısında aşağılık kompleksi üründür.“